Haziranın ilk haftası genel itibariyle Çaykara yaylalarına, insanların hayvanlarıyla göç ettikleri önemli bir zaman dilimidir. Yayla resmiyette hangi köye bağlıysa o köyün muhtarının öncülüğünde, yaylada hanesi bulunan diğer köy muhtarlarıyla istişare edilir ve yaylaya çıkılacak olan gün (tarih) belirlenirdi. Bu, gün belirleme toplu çıkımı ve inimi sağladığı için insanlar açısından çoğu zaman bir karnaval, bayram havası oluştururdu. Ancak bunun çok da dillendirilmeyen başka faydaları daha vardı. Bundan 20-30 sene öncesine kadar yörenin en önemli geçimi hayvancılık olduğundan, bazı kişilerin daha erken yaylaya çıkarak hayvanlarıyla yayla çimenlerinden faydalanmasının önüne geçmek, araziden eşit koşullarda faydalanma imkânı sunmak oldukça önemliydi. Ayrıca kıştan dolayı tahrip olan bahçe ve yayla çayır duvarlarını hayvanların aşarak çayırlığı otlamalarını engellemek ve toplu onarım önlemleri almak da bir başka tali fayda olarak ilave edilebilir.
Çaykara’nın meşhur yayla çıkımı, eski biçim, neşe ve heyecanını yitirmiş olsa da komculuk olmadan, patika yolundan aşağı, yukarı yük taşımadan, çıkım-inim tarihi belirlemeden, sessiz ve neşesiz olarak devam etmektedir.
Eski tam göçebe kültürden yarı göçebe kültüre dönüşümü ifade eden bu faaliyetler yöre halkının bir yıllık sürecinin en önemli ve zorlu aktivitelerinden birisiydi. Bu göç macerasının, mezireden (mezra, kom) yaylaya olan kısmını tekrar hatırlamak, hatırlatmak ve hayalen de olsa tekrar yaşamak, yaşatmak ve gelecek kuşaklara bu değerleri aktararak iç dünyalarında bunları yaşatmak istedim.
Bu maceranın ilk ayağı, mayıs ayı başlarında köylerden ineklerle beraber mezireye, çıkılmasıyla başlar. Burada insanlar yaklaşık bir ay kalarak, hayvanlarını yayar, otlatır; güz için çayırlarının bakımını yapar, odunlarını hazırlar ve buradan yaylaya çıkardı. Mezireye çıkan İnsanlar (komcular), hayvanlarıyla beraber, şimdilerde Trabzon genelinde serander denilen, Çaykara’da ise boğaz ve yığma usulüyle yapılan ve “kom evi” olarak vasıflandırılan, toplamında 30-35 metrekarelik bu yapılarda barınırlardı. Bu yapıların bir kısmı, insanların hayvanlarıyla hem zeminde, sadece ahşap ya da alelade bir taş duvar bazılarında bir ot yığınının bir ara bölmeyle ayırdığı ve “paçiha” denilen; bir kısmı da üstte insanların altta hayvanların kaldığı ahşap barınaklardı. Ahır ve üst bölümden oluşan barınakların bir odası yemek, içmek ve yatmak için, bir bölümü otluk, andresi; otluk ve odunluk olarak kullanılan küçük yapılardan oluşmaktaydı. Bunların çoğunda kara ateş yakılır, ısınma ve yemek faaliyetlerinin tamamı burada gerçekleştirilirdi. Bazen yakılan ateşin isinden göz gözü germez olurdu. Ancak burada mısır unundan yapılan meşhur “pleki” ekmeğiyle suda veya közde pişirilen patatesin tadını unutmak mümkün değildir. Kısaca bu yapılar görünürde küçük de olmaklar esasında bünyelerinde barındırdıkları hayat ve hayallerle sınırsız, neşe ve muhabbetin demlenerek katmerlendiği engin mekânlardı.
Mezire denilen bu geniş otlak ve ormanlık alanlarda hayvanlarını otlatan, oyalayan komcular, yaklaşık bir ay sonra yaylaya çıkmak için gerekli hazırlıkları yaparlardı. Bu hazırlık bir taraftan yaylaya çıkmanın diğer taraftan da mezire bahçeleriyle, çayırlarının güz hasadına hazırlanması ile ilgiliydi.
Bu yazıda mezireden yaylaya göçün birkaç aşamasını anlatmaya çalışacağım. Haziranın ilk haftasından eylül ayının 25’ine kadar yaklaşık 4 ay gerçekleştirilecek olan yaylacılık faaliyetleri için hazırlıklar, insanlar daha meziredeyken başlardı. O zamanlar insanların maddi imkânları bugünkü gibi elverişli olmadığından göç ve yaylada barınma için gerekli gereçleri de beraberlerinde göç edilen mekanlara taşırlardı. Dolayısıyla İnsanlar yaylada kendileri ve hayvanları için kullanacakları tüm malzemeleri, yiyecek, giyecek, yatacak, kap kaçaklar da dahil olmak üzere temel ihtiyaç malzemelerini yaylaya çıkarır inim zamanı tekrar mezireye geri getirirlerdi. Öyle ki geride en son ineklerle yaylaya çıkarken sırtlarında taşıyabilecekleri dışındaki tüm ihtiyaç malzemeleri yaylaya çıkarılırdı. Bu malzemeler, yayık, leğen, lenger, bakraç, süt makinesi, yatak, yorgan, süt tası, peynir kazanı, un, yağ, şeker, varsa biraz ziraat gübresi gibi hayvancılıkla uğraşan bir hanenin tüm ihtiyaçları yukarı-aşağı taşınır dururdu. Bu kadar çok ve ağır malzemenin en az 2 saatlik yaya yolu mesafesinde bu şekilde taşınmasının en temel nedeni fakirlikti. Bir diğer nedeni fakirlikten kaynaklı olarak yaylada, mezirede ya da köyde bırakılacak olan malzemenin çalınma ihtimaliyle alakalıydı. Bundan dolayı yayla çıkım zamanı yaklaştığında yaylada para mukabilinde bekçiler görevlendirilirdi. İhtiyacı kaçınılmaz olan bu malzemeleri bir ev halkının tek seferde taşıması mümkün olmadığından inekler mezire çimenlerinde yayılırken, insanlar da ara ara yaylaya “yük” taşır ve geri dönerlerdi. Genelde iyi ve açık havaların seçildiği bu sevkiyatlar, toplamında yarım günden fazla bir zaman alırdı. Gidiş ve dönüşler, alternatif güzergâhı pek olmayan olsa da değişmeyenleri daha çok olan, yaklaşık yüzde 45’lik eğimli arazisi, oldukça dar, çoğu taşlık ve kar, buz, yağmur sularından oyulmuş patika yollarından gerçekleştirilirdi. Bu yollar o kadar çok kullanılırdı ki herkes yolun neresinde yerli taş neresinde dar komar yığını, neresinde düzlük neresinde su birikintisi (kolimp) olduğunu ezbere bilirdi. Bazen toprağın bazen taşın ve bazen de ufalanan taşların kumlanmış iri kırıntıları, yaylaya yaklaştıkça ise zamp denilen karla kaplanmış patika yolları hayalleri ve hayatları yıllarca kah aşağı kah yukarı taşımaya şahitlik etmiştir. Çoğunlukla bir baç kişilik gruplarla alınan bu yollar bazen korkunun bazen de neşenin tanıklığını ederdi. Her yalnız gidiş, daha korkulu, heyecanlı ve bazen bir karatavuğa karşı bile çaresizlik barındırabilirdi. “Acaba dönülen bu daracık kavisten sonra neyle karşılaşacak, birazdan yolunun üzerinde olacak olan büyük taş kovuğunda hangi yabani hayvan olacak” ya da “önündeki komar zifininin içerisinden ne çıkacak”. Bazen o komar zifininin içerisinden ve hemen önünden havalanan bir karatavuğun kanat çırpışı yüreğini ağızına getirip kalbin ritmini bozmaya fazlasıyla yeterdi. Bazen de karşına hiçbir şey çıkmasa da ne çıkacak diye endişeyle ormanın güzelliği görmeden ve hoş kokusunu hissetmeden bir an evvel o belirsizlikten kurtulmak için hızlıca yol alınırdı. Bu korku ve endişe sırtınızdaki yükün ağırlığını, omuzunuzu kesen ipin acısını unutturup, lastik ayakkabınızdan gelen ayak sesleri eşliğinde bazen de hayallere karışarak, ilk yayla evini görene kadar devam ederdi. Grupla gidişler fiziki olarak bir şeyi değiştirmese de ruhen daha keyifli olurdu. İster tek ister grup halinde olsun yayla yolları çoğu zaman “of” dedirten oldukça rampa, bazen de kısmen daha meyilli ve “oh” çektiren bir araziden sizleri zirveye ulaştırır. Daha düzgün olan ve rölantide yürüdüğünüz o yollarda, çam kokusunu ciğerinizde, ferahlığını beyninizde hissettiğiniz temiz hava eşliğinde, terleyen alnınızdan süzülen damlaların, ağaçların arasından süzülen güneşin kamaştırdığı gözlerinize doğru akışıyla hep menziline varmanın gayretiyle ufukları seyredersiniz.
Eğer yayla çıkım vaktiyse çıkarken inim vaktiyse inerken daha ağır yük taşınırdı. Ancak ister inilsin ister çıkılsın insanların sırtında yük olmadan bir yerden bir yere gittikleri pek vaki değildi. Hiçbir şey olmasa bir bağ ot ya da bir iki sırık odun mutlaka olurdu. İşte bu çetin koşullarda dinlenebilmek, nefeslenebilmek için “kahistera” denilen “oturma” yerleri yapılmıştı. Tarihte menzil denilen ve bir hayvanın yorulabileceği mesafede yapılan konaklama yerlerine benzeyen ancak insanların yorulma mesafelerine göre ayarlanan açık alan dinlenme ve bazen de eğlenme yerleridir buralar. Mola yerleri, taşların sedir şekline getirilerek bir insanın yüküyle ve rahatlıkla oturabileceği, oldukça düz veya insanlar tarafından düzeltilmiş alanlardan oluşan mekânlardı. Bu yük taşıma işlerindeki gidiş ve dönüşler genelde insanların birbirlerine haber vererek gerçekleştirildiğinden toplu olurdu. Gider ya da dönerken türküler söylenir, ıssız dağlarda yankılansın, dağlar da ses versin diye, genelde erkekler “haylar” ıslık çalar, kadınlar da sık sık “kahis” (bir tür zılgıt) ederek yolculuğa canlılık ve neşe katarlardı. Bu dinlenme yerleri genelde, 45 dakika, bir saat yürüme mesafesinde olup insanların can attıkları mekânlardı. Buraya vasıl olan gruplar yorgunluklarını atar adeta bir kuş gibi hafiflerdi. İnsanlar burada bazen sadece dinlenmez kısa süreli de eğlenirlerdi. Oturma yerinde 3,4 dakika nefeslendikten sonra hemen bir halka oluşturulur ve horon oynanırdı. Kız erkek karışık olarak ve genelde bu işin erbabı olan birisi tarafından “kayde” denilen ağız çalgısıyla atlama, sallama ve türküler eşliğinde ancak daha yavaş bir şekilde düz türü horanlar oynanırdı. 50 kilonun altına düşmeyen ağır yükün altında kan ter içerisinde kalan insanlar horan, türkü, atışma, kahis… derken, bedenen olmasa da zihnen dinlenmiş olarak tekrar yola revan olurlardı. Bir gayretle daha yaylaya çıkan insanlar bu çetin yol macerasının ardından yaylada kısa bir mola vererek tekrar mezireye dönerlerdi. Yaylada bulunan grubun büyüklüğüne göre yaylada tekrar bir “seyir” daha yapılır, horon, eğlence derken tekrar hayvanların bulunduğu mezireye dönülürdü.
Yaylaya çıkmak için 10/15 gün öncesinden belirlenen ve göç edecek köy ahalisine ilan edilen çıkım tarihi geldiğinde neler yapılırdı. Bu tarihten bir gün öncesinde her türlü son kontroller yapılırdı. Bahçe, çayır, çevre düzenlemesi su işleri baca, çatı bakımı halledilirdi. Mezirede ufak tefek de olsa yapılan lahanalık, marulluk bahçeye son şekli verilir, mezire evinin çevresi düzenlenir, etraftaki odunlar kesilip, komun etrafına istif edilir ve güz için hazır hale getirilirdi. Ertesi gün yaylaya çıkılacağından insanlarda bir neşe ve heyecanın olduğu her hallerine yansırdı. Aslında sıradan ancak çok önemli ve heyecanlı bir aksiyondu. Bunun için sabah çok erken kalkıp erkenden yola çıkılacağından akşam da erken yatılırdı. Mezire evinde çıkım öncesi son kez, ufak gaz lambasının titrek loş ışığı, gaz kokusu ve yanan ateşten sızan isin komar kokusu altında sabah için son planlar yapılırdı. Sabah namazla beraber kalkılır ve ufak bir kahvaltıdan sonra akşamdan hazırlanan yüklere konulacak son malzemeler de eklenir ve yük halinde bağlanırdı. Tüm hazırlıklar tamamlandıktan sonra inekler ahırdan çıkarılır, inek bağları tek tek çözülerek bir sepet yükünün üzerine ya da çuval içerisine, yaylaya ulaştırılmak üzere konulurdu. Son olarak, baca, cam, ahır kapısı vb. kapatılır kilitlenir ve ineklerin önüne bir kişi elinde bir kaç dilim mısır ekmeği alarak inekleri yola çıkarırdı. Bu yola çıkış zamanı tüm haneler için üç aşağı beş yukarı aynı saatlerde olurdu. Dolayısıyla toplu olarak insanlar hayvanlarıyla beraber patika yoluna ip gibi dizilirlerdi. İnsanlar haylaya haylaya, ıslık çala çala, kimisi ineklerine yalvara yalvara kimisi de kızarak yola revan olunurdu. Bu şekilde yaklaşık olarak 2,3 saatlik göç yolculuğu başlamış olurdu. İnsanlar yine sırtlarında ağır yüklerle ama bu kez hayvanlarını da kontrol etmek gibi bir vazifeyle yayla yolunu tutarlardı. Yolculuk sırasında sırtındaki ağır yükle yoldan çıkan hayvanları yola sokmak, peşlerinden koşmak gibi değişik atraksiyonların yaşanması işin doğası gereğiydi. Öyle durular oluşurdu ki kontrolü yük altında sağlayamayan mal sahibi yükünü bir kenara bırakarak hayvanların peşinden dakikalarca koşmak zorunda kalırdı. Bu durumlar yaylaya çıkana kadar tekrar eder dururdu. Patika yolunu arşınlayan insan ve hayvanların bu hengâmesine birbirine karışan inek sesleriyle insan haylamaları eşlik ederek yolculuk devam ederdi. Bu yorucu yolculukta ara ara dinlenme yerlerinde hem insanlar hem de hayvanlar dinlenir, hayvanlara insanların sırtlarında taşıdıkları otlardan çözülerek biraz oyalanmaları sağlanırdı. Neticede insanlar bu uzun ve meşakkatli yolculuğun sonunda kazasız ve belasız yaylaya varmanın hazzını yaşardı. İnekler de yaylaya ulaştıklarında sanki insanların o neşelerine hisseder bir öteye bir beriye koşuşturur, etrafta yayılır ve akşam olunca her biri kendi yayla evinin önünde sahibine ben geldim dercesine bağırarak ahıra girmek istediğini duyururdu.
Tüm Türkiye’de olduğu gibi Trabzon ve Çaykara yöresi de çok zengin bir kültür mirasına sahiptir. İnsanlar yaşadıkları her ana bir anlam yükleyerek değer katmışlar ve unutulmaz bir birikim, kültür meydana getirişlerdir. Bu yazıyla yaşanmış ancak unutulmaya yüz tutmuş nice değerlerimizden birisine temas ederek birilerinin hatıralarını canlandırmak ve bu değerleri unutmamak için bir kayıt oluşturmak istedim. Bize bu güzel kültürün bir parçası olma hürriyeti sağlayan başta devletimiz olmak üzere tüm büyüklerimize, ceddimize şükranlarımı sunarım.
Harika bir anlatım
Çaykaralı olupta o kültürden uzak yaşamış biri olarak
Hocamın sanki her zerresini kendi yaşamış gibi Bu anlatımını okuduktan sonra yayla kültürünü öğrenmiş oldum teşekkür ederim