40’lı 50’li yıllarda evlerde kadınların giyinecekleri elbiseleri kendileri elde biçip dikerlerdi. Bunlar da divitin, pazen, basma
gibi kumaşlardı. Ama onları da bulmak kolay değildi. Çaykara’da Sümerbank’ın dükkânı, mağazası yoktu. Salı günü bir sergide Sümerbank mamulleri satılırdı.
Onları da gidip serbest alamazdınız. Sümerbank’tan tüm köy muhtarlarına, köy nüfusu oranında kupon dağıtılırdı. Bu kuponlar bir torbaya doldurulur ve
ihtiyacı olanlar gelir, tombala çeker gibi, bir fiş çekerlerdi. Ne çıkarsasansına. Sana divitin lâzımdı, kaput bezi çıktı, şansına küs. Sonra kaput
neyine yetmez. Koy sandığa, ölünce nasılsa kefenlik lâzım. İşte sana hazır kefenlik. Tiril veya Diyagonal da çıkabilir, hasse çıkabilir. Bazen muhtar
iltimas eder. Çok yalvarırsan, cebinden bir divitin veya pazen fişi verebilir.
Bazen de, “Kaput bezi neyine yetmez, Tiril Diyagonal neyine yetmez?!” gibi birde azarlanmak vardı. Eski (30-40 lı yıllara ait) nüfus cüzdanlarını hatıra
olarak saklamak lâzımdı. Orada şeker hakkını almıştır veya kahve hakkını almıştır gibi klişe damgalar basılırdı.
Bir de köyde kiremit fırınları vardı. Ömer Efendi (Merefendi) Muhammet hoca, Hacı Sadık ile evlerinin önündeki kiremit fırınını
yakarlardı. Küçüğmerin Aziz de kiremit yapar ve evlerinin yanındaki fırında yakarlardı. Şirinin Hasan bizim evin önündeki fırını yakardı. Şirinin Süleyman
da evlerinin önündeki fırını yakardı. Tabii bunlar kiremidin toprağını, çamurun hazırlanmasını, kiremitlerin yapılması ve kurutulmasını hep bilfiil kendileri
yaparlardı. Esas önemli olan yakılan bu fırınların soğuması ve boşaltılması döneminde, komşular fırında toplanır, özellikle güz akşamlarında kazan kazan
koliva veya feliler pişirilir, sohbetler yapılır, hikâyeler anlatılır.
Kiremitlerin arasında patatesler pişirilir. O güz sohbetleri ve
fırın sefaları gerçekten zevkli idi. Çocukluğumdan kalan en tatlı hatıralar bu günlerdi. Bir de güzün yakılan tzeli harmanları idi. Malum tarlalar biçildikten
sonra, yerde kalan mısır kökleri kazma ile koparılır ve silinerek tarlalarda öbek öbek yığılır ve uzun bir müddet durduktan ve iyice kuruduktan sonra
yakılırdı. İste hava bulutlanıp çiselemeğe yüz tuttu mu, biz elimizde kibritlerle düşerdik tarlalara, bazen tzelileri yakar, üstünden atlardık, bazen
de bulduğumuz patatesleri külhanın içine atar, pişirir yerdik. İlkbaharda başka, son baharda bakşa bir neşe kaynağı bulurduk.
Güzün genelde meyveler biterdi. Dallarda birkaç muşmula kalırdı. Bir de hurma kalırdı. Bizim hurma dediğimiz, Trabzon hurmasının yabanisi demektir. İnce olur, yarısı
çekirdektir. Dalda kurur veya silkelenip evlerde çarşaf üzerine serilip kurutulur. Tatlıdır, yemesi hoştur, ama müthiş gaz yapar. Hurma yiyenin yattığı odayı havalandırmadan odaya girilmez. Bu evlerde kışın bulunan bir meyvedir. Daha çok çocuklara ikram edilir. Bu gazından ve kokusundan dolayı, okullarda öğretmenler talebeye hurma yemeyi yasaklarlardı. Güzün bir de cevizlerin altlarını gezer arardık. Dalda kalmış cevizler düşer onları toplardık. Tarla, çayır, fındıklık kenarlarında dikenlerde “mamula” olurdu. Turuncu renkte, mercimekten büyük, leblebiden küçük bir diken meyvesi idi ve çocuklar onu severdi. Neyapalım biz çocuklar yazın meyve oldukça boldu, ama kışın satın alıp yiyeceğimiz bir pek meyve bulamazdık. Portakal, mandalina ise pahalı idi alma
imkânımız yoktu.
Otuzlu, kırklı yıllarda köylerimizde, sünnet ve evlenme düğünlerine gelince: Öncelikle şunu söyleyeyim ki: Sünnet düğünü diye bir şey bilmiyorduk. Köye sünnetçi gelir, caminin yanından ilân edilir: “Ey millet! Köye sünnetçi geldi, sünnet edilecek çocuğu olanlar caminin yanına gelsin, müracaat etsin”. Diye. (Holodan Tzirbiz iyi sünnetçi idi.) Evdeki çocukların biraz büyük olanları kaçar, saklanırdı. Kaçamayanlar yakalanır ve sünnetçi eve çağrılırdı. Oda çantasından usturasını aletlerini çıkarırdı, birde tuzlu suda forotiko bir bez hazırlardı; bir de tuzlu tereyağı eritirdi. Evden veya komşulardan biri, (genelde kadın olurdu) çocuğu tutar, sünnetçi de çocuğu keserdi. Tuzlu su ile yıkar, kaynatılmış yağlı bezle yarayı sarardı. Çocuk yatağa yatırılır. Sünnetçinin ücreti verilirdi ve iş biterdi. Sünnet ücreti de bir kalıp beyaz sabun ile bir havlu idi. Sünnetçi giderdi. Akşam durumdan habersiz baba Çaykara’dan eve gelir, oturulur, sofra kurulur, o zamana kadar işi fark etmeyen baba, sofrada sorar (Meselâ çocuğun adını anarak) “Bu çocuk niçin yatıyor, sofraya niye gelmiyor, hasta mıdır?” Hanımı da “Hasta değil, bugün köye sünnetçi geldi, kestirdik onu!” iş bu kadarla biterdi. İşte o yıllarda sünnet olayı veya sünnet düğünü olayı!
Amma diğer düğünlere ve düğün kültüründe durum değişikti. Ben memleketten 53-55 yıllarında ayrıldığım için çok fazla bir şey ve teferruatı bilmiyorum amma bildiklerimi anlatacağım, bir hayli orijinal şeyler anlatacağımı sanıyorum.
Evvelâ aranan kızın güçlü kuvvetli olması, çalışkan olması, iyi yük taşıyabilecek yapıda olması, dindar olması, maharetli olması, ip eğiren, forotiko dokuyan biri olması, temiz ve düzenli olması vs. gibi özellikler aranan hususlardı. Oğlanda da okumuş olması, bir evin bir oğlu olması, tarlalarının çok olması, sağlıklı olması vs. gibi özellikler aranırdı Aranan evsafta bir kız bulundu mu, önce haber vermeden bir soruşturulurdu. İsteyeni var mıdır?, Sözlülük veya böyle bir teşebbüs var mıdır? Kızın bir sevdiği var mıdır? Diye araştırılırdı. Bu konuda bir engel olmadığı anlaşılınca, artık kızın evine görücü (Miyanci) gönderilirdi. İşte evlenmenin ilk adımı da böylece atılmış olurdu. Bu Görücülük de şöyle yürütülürdü: (Bir sonraki yazımızda görücülük-miyancılık konusu olacak)