Bugünün Çaykarasından bakıldığında “Vay, böyle miydi dünkü yaşantımız?” dediğimiz mazinin zorlukları aslında bizim yetişmemizin mücadele ruhu idi.
O günün kutlu zorlukları bizi biz yapan değerlerdi aslında.
Şimdi ki gençlere anlatsak da inandıramayacağımız masalsı durumlardı bunlar. Yolun, otomobilin, araç- gerecin çok az olduğu… Elektriğin olmadığı…
Radyonun hışıltılı çektiği bir dönemden bahsediyoruz.
Rahatı bilmediğimizden, modern dünyayı daha tanımadığımızdan yaşadıklarımızın zorluk olduğunu da bilmiyorduk. Hayatımız ve kaderimiz bu diye gönüllü bir mücadele içinde yaşıyor, dimdik ayakta durabiliyorduk. Hatta o kavi mücadele bize hayat veren enerjimiz oluyordu.
Hele kış geldiğinde zorluklar bir o kadar daha artardı. Yarı yırtık lastik ayakkabılarla o karakış yollarını adım adım arşınlardık. İnekleri- koyunları beslerdik, beklerdik… Odunları tabii ki kış ortasında kesecek değildik. Güz boyu odun yapar ve onları ıslanmayacak bir köşeye yığardık. Odun boldu.
Boldu da bizi besleyecek olan hayvanlar için biz hep dışarda idik. Onları iyi besleyebilirsek onlar da bize et, süt, yağ, peynir, yün verecekti.
Annelerimiz her konuda olduğu gibi yiyecekleri saklama konusunda çok maharetliydi:
Hem çürümesin diye saklama konusunda hem de biz hemen yiyip bitirmeyelim diye bizden saklama konusunda… Yine de bulur ve gizliden aşırıp yerdik tabii… Elma, küp armutu, muşmula, fındık annelerimizin bizim için bizden sakladığı meyvelerdi. Herbirimize bir kış boyu yetmeliydi. Gıdım gıdım yemeliydik, değerini bilerek tadını çıkararak…
7 numara gaz lambası altında otururduk. Ders çalışırken ve misafir geldiğinde 14 numara gaz lambasını yakardık. Daha sonraları lüküs kullandık.
Adı gibi lüks’ü kullanmak çok lüküstü. Okula giderken her gün odun getirmek zorundaydık. Okulda ısınmak için tek yakacağımız odundu ve onu da bizler evlerden getirmek mecburiyetindeydik.
Yani hem çantamızı taşırdık hem de yakacak odunumuzu. Bugünün öğrencileri çantalarını bile anne- babalarına taşıtıyor ya…
Boyumuz kadar karları yararak okula gider, ıslak ayaklarımızla titreyerek ders dinler, bu yetmezmiş gibi dışarda kavi bir kar topu oynar, altımıza naylonlar koyarak kayar iyice ıslanarak eve dönerdik. Biz yiğit çocuklardık. Hasta olmasını bilmezdik.
Çaykara’dan olduğu gibi köyümüzden de gurbete gidenler çoktu. Köyümüze mektupları Bilal Emice getirirdi. Bakkal dükkânı vardı. Bu dükkân aynı zamanda PTT acentesi sayılırdı. Orada manyetolu telefon bulunurdu. İsim yazdırır saatlerce bekler sıra gelince de kesik kesik zor anlaşarak konuşmaya çalışırdık. Bu şekilde de olsa haber aldık diye çok mutlu olurduk.
Hele kış gecelerinin hikayeleri bizi Kafdağı’ndan İstanbul’a oradan gavur ellerine kadar götürür, getirirdi. Tüm bunlar, bizim yetişmemizde çok etkili olmuş hayat tarzımızdı. Hepsi hatıralarda kaldı desek bile o günleri yaşayan her birimizin aklında, kalbinde, gönlünde izleri halâ durmaktadır.
Zorluk nedir, şartlara göre direnip ayakta durabilmek nedir gençlerimiz de bunları bilmeli modern çağa bu bilinçle yürümelidir. Her devrin mücadele ruhu çok farklıdır çünkü…