Artık mevsim sonu gelmiştir.
Yaylalardan inmeler başlar…
Bizim zamanımızda yaylada çayır biçme işleri bitince artık her şey köye taşınmaya başlardı: Otlar, kışın yemek için yapılan yağlar, peynirlerin köye indirilirdi. O zamanlarda köyümüzde dört beş kamyon vardı bu işlemler onlarla beraber yapılırdı. Kamyonlar her gün yaylalara gelir otları yükler köye indirirdi.
O zamanlar böyle her yerde yol yoktu, otlar belirli yerlere dökülür genelde kadınlar tarafından sırtlarında taşınarak evlere götürülürdü. Bu zor işler bitmez ki bu kez mezirelerde çayır biçme işleri, mısırların biçilmesi başlamıştır. Oradan oraya koşuşturmak yöremiz halkının bitmeyen tükenmeyen mücadelesinin bir örneğidir. Emek harcanmadan, çalışmadan kazanç yoktur. Biz bu fikri, düşünceyi atalarımızdan öğrendik.
Ondandır ki yöremiz insanı her zaman her yerde çalışmayı ön plana almıştır da gittiği her yerde mekân kurmuş, kendine yer etmiş, saygınlık görmüş, yöremizi layıki ile temsil etmiştir. Biz gençliğimizde mezirelerde çayır biçerken çektiğimiz çilenin yanında çok da güzel günler yaşadık. Bu aylar gençler için hem çalışma hem de barakat (eğlence) aylarıdır. O zamanlar mezirelerde evimiz olmasına rağmen biz yaylada kalmayı tercih ederdik çünkü yaylalarda güz barakatları olurdu. Sabah erken kalkar yaklaşık on kilometre yol yürür mezirelere iner akşama kadar çayır biçer akşamda aynı yolu yürür yaylaya giderdik. Bu günlerce devam ederdi. Bazanda ne yürüyecek halimiz ne de çayırda çalışacak dermanımız kalırdı. O zamanda havanın bozmasını dört gözle beklerdik.
Yaylalarda güz barakatları çok neşeli çok güzel olurdu. Gençler bir araya gelir türkü söyler, horon eder, fıkra anlatır, o dönemlerde meşhur olan birçok oyunu oynar (yüzük bulma, peşkir vb) eğlenirdik. Kamyonlarla otlar taşınırken bazan ot yüklerinin üzerinde yolculuk ederdik. Bu yolculuk yolların güzel olduğu yerlerde zevkli olurdu. Hele de hava güzelse yüksekten aşağılara bakma çok zevkli idi. Ama bir de yolların bozuk olduğu, ırmak geçişlerinde kamyonların bir sağa bir sola sallanması insanları çok tedirgin ederdi. Bir anlık korku kalp atışlarını müthiş bir şekilde artırırdı. Bazan kamyonlar gündüzleri ot taşımaya yetişemez akşamları da devam ederlerdi.
Mezirelerde çayır biçerken havaların bozuk olduğunda köye iner günleri köyde geçirirdik. Bu da bir başka güzellikti. Güz dönemi tüm meyveler olmuş hele de cevizler bir başka olurdu. Onlardan alıp yerken, cevizi soyarken ellerimizin ceviz kabukları ile renklenmesi başta hoşumuza giderdi ama sonra da derlenirdik.
Daha önceki yazılarımda da bahsettiğim gibi: Biz kendi oyuncaklarımızı kendimiz yapardık. İşte bu cevizleri yerken de yine bunlardan kendimize oyuncak yapmayı ihmal etmezdik. Cevizi kırmadan yan tarafından küçük bir delik açarak içini boşaltıp sonrada her iki ucundan delerek içinden bir çivi geçirir, yanda kalan delikten içinden geçirdiğimiz çiviye bir ip bağlar, sora çivinin dışında kalan kısmına bir pervane yapar, teli sarar, sonra çekerdik. Bu hızla dönen pervane boşalan ipi tekrar geri sarar biz tekrar ipi çeker bu işlemi tekrarladıkça pervane dönerdi. Çok eğlenirdik…
Bu dönemde mezirelerde evi olmayan ya da orada kalmayanlar köye gidip gelirlerdi. Bu gidiş gelişler bugünkü gibi bin arabana git gel şeklinde olmuyordu tabii. Genellikle akşamları kestirme patika yollardan yürüyerek giderdik. Akşamları arabaya rastlamak, denk gelmek zordu. Ama sabahleyin köyden bir araba erken hareket ederek köy içinden mezireye, yaylaya gidecek olanları yol üstünden alır, gidecekleri yerlere yakın yol üstünde indirirdi. Bahsettiğim bu araba ne dolmuş ne de minibüstü. Bildiğiniz kasalı kamyonlardı. Yolculuğu kamyon kasasında yapmak güzel oluyordu da bazan sabahleyin hava soğuk olunca pekte çekilmiyordu.
Yapmamız gereken işleri düşününce bir gayrettir bulunduğumuz şartlara uyum sağlıyorduk. Başka da çaremiz yoktu zaten. Köyden mezirelere giderken herkesin yanında ya çuval ya da sepet olurdu. İçlerinde genelde mısır, patates birde meyve bolca olurdu. Hepsi bir tarafa da o mısırıları evin içinde yanan ateşin üstünde tavandan aşağı asılan bir zıncıre takılan içinde su dolu gafeganın(gügüm)kaynamasını beklerken ateşten cıkan dumanın gözlerimizi yakmasını hiç aldırmadan,elimizde mısırları pişirmek için ateşin etrafında dönmemiz,birbirimize bakarak gülüşüp eğlenmemiz hiçte unutulacak gibi değildir. Hele o pırıl, pırıl buz gibi ırmaklardan akan suların doldurduğu güğümlerden içilmesi ve demlenen çayların yudumlanması çok rahatlatırdı.
Gün boyu sallanan tırpan yorgunluğunun giderildiği en iyi ilaç sohbetlerimizdi.
Biz çocukluk ve gençlik yıllarımızı köyümüzde dolu dolu yaşadık. Hem çok çalıştık aile ekonomisine katkıda bulunduk hem de bolca eğlendik. Doğanın bize verdiği güzelliklerden en üst seviyede faydalandık.
Yaşadığımız çileleri değil de güzellikleri gelecek nesillerimiz yaşasın isteriz…