Ortadoğu coğrafyasında yaşanan son olaylar bize şunu göstermiştir: Çekilen acıların, dramların, ölümlerin, diğer insanlar üzerinde harekete geçirici etkisi çok azdır. Olaylara müdahale gücünü elinde bulunduran odakların müdahil olması için, yaşanmakta olanın etkili bir şekilde kamuoyuna pazarlanması gerektiği gerçeği apaçık ortadadır. Bunu Aylan bebek olayında çok net bir şekilde gördük. Ölen yüzbinler, kullanılan kitlesel imha silahları, yer değiştirmek zorunda kalan milyonlarca insan toplumlar nezdinde Aylan bebeğin ege sahilinde karaya vuran cesedinin basın organlarında yarattığı etkiyi yaratamamıştır.
Bu coğrafya bu gibi dramlara çok yabancı değildir. Yaşanan trajedi birinci dünya savaşı sırasında, öncesinde ve sonrasında Balkanlar, Anadolu ve Kafkaslarda yaşananlarla büyük benzerlikler göstermektedir. O dönemde bu bölgedeki bazı halkların yaşamış olduğu acılar dünya kamuoyunda ilgi görse de çok daha büyük nüfuslu mazlum halkların dramı neredeyse görmezden gelinmiştir. Amerikalı tarih profesörü Justin A. McCarthy’nin o yıllarda yaşananlar hakkında, kitabında (Ölüm ve sürgün) belirttiği birçok durum günümüzde yaşananlarla büyük benzerlikler göstermektedir. Geçen yüzyılın başında coğrafyamızda yaşananları veba salgını yıllarına ya da Moğol istilasına benzeten yazarları okumuştum. Fakat McCarthy’nin yazılarında bu coğrafyadaki dramları anlatırken verdiği örnekler bana çok çarpıcı geldi ve yakın zamanda yaşadıklarımızla çok benzediğini düşündüm. Bu yüzden yazarın yazılardan birkaç bölümü sizlerle paylaşmak isterim.
“İstatistikler yürek yakıcı kayıpları anlatmakta yetersiz kalırlar, ancak insanların çektiği çilenin büyüklüğünü anlatmaya yarayan göstergelerdir. Milyonlarla belirlenen ölüm sayıları, insanların algılamalarını yanıltır. Tuhaf olmakla beraber bir tek kişinin bile ölümünün detaylarını düşünmek, duygusal olarak hepimizi milyonların öldüğünü düşünmekten daha çok etkiler. Ne olursa olsun Müslüman kayıplarının boyutlarını belirlemek için istatistiklere göz atmak gerekir”
“İncelemeler tamamlanıp, mültecilerle ölü sayıları hesaplandıktan ve suç da tüm sorumlular arasında paylaştırıldıktan sonra, yapılacak tek iş bu faciada istemeyerek yer almış olan tüm ölenler için hüzünlenmek olurdu. Demografi uzmanının sayıları hesaplaması ve tarihçinin olayları tasnif etmesi, duyulması gereken dehşeti, pek kolaylıkla soyut fikirlere indirgeyebilir. “Sömürgecilik ve Milliyetçilik” gibi kavramlar tarihi olaylara değerli ve gerekli açıklamaları getirmelerine rağmen, tek başlarına yeterli olmazlar. Tarih kitaplarında şefkat ve anlayışa her ne kadar yer yoksa da, Balkanlar, Kırım, Kafkasya ve Anadolu’daki Müslüman kayıplarını kavrayabilmek için bu değerler gereklidir. Beş milyonun üzerindeki insan kaybının her biri ile milyonlarca insanın sıradan yaşamının eziyete dönüşmesi ve bunlara ilave olarak milyonlarca bireysel vahşet hikayesinin algılanması gerekir. Bu, imkansız bir görevdir. Onun yerine istatistikleri incelemekle, insanların sürüler halinde oradan oraya yer değiştirmesini takip etmeye zorlanıyoruz ki, bu incelemeler doğası itibariyle verilerin kaynağını oluşturan cefadan soyutlanmış olur”.
“Bu Müslümanların gerçek akıbeti o zamanın insanlarından ancak ölülerle can çekişenleri görmüş olanlar tarafından anlaşılmıştır; örneğin 1878 yılında Osmanlı Bulgaristan’da bazılarının aile fertleri olması muhtemel 400 kişilik grup mültecinin soğuktan donmuş vücutları arasında sağ kalmış küçük kız çocuğu bulan tren istasyonu görevlisi felaketin farkına vardı. Buradaki Müslümanların kaderi, o kızcağızın evlerinden çıkarılıp ölüme sürülmüş olan ailesinin akıbetiydi. Bu, aynı zamanda yabancı birisi tarafından kurtarılan o kızcağızın da kaderiydi”.
Bir acil hekimi olarak afet, göçmen kampları, kamplardaki sağlık hizmetleri konularında yazı yazmaya çalışırken içimden bu yazıyı yazmak geldi. Kanaatimce karşı karşıya olduğumuz durum klasik afet döngüsü ile açıklanacak bir durum değildir. Pek çok farklı parametreyi içinde bulundurmaktadır.
Prof.Dr. Addulkadir Gündüz