Dün akşam TV karşısına geçip oturduğumda ailece birlikte gönüllü seyredeceğimiz bir kanal aradım. Yüzlerce kanal ilk kez bu kadar dikkatimi çekti. Şu olur mu bu olur mu diye onlarca kanal geçip durdum… Benim beğendiğimi çocuklar beğenmedi. O zaman sizin beğendiğiniz programı izleyelim, dedim orada da ortak yön bulamadık.
Sonra çocuklarıma çocukluğumdan kesitler anlattım.
Sizinle de paylaşmak isterim:
Düşünün TV’de sayı olarak yüz’leri çok aşan kanallar var…
İnternet denen sınırsız bilgiler, siteler, sanal ortamlar var…
Var da var…
Bu insanlara daha çok gençlerimize merak yanında biraz da doyumsuzluk veriyor…
Hatta biraz da şaşkınlık…
Çok karmaşık olan bu dipsiz kuyudan hangi bilgiyi, hangi zevki, hangi işe yarar insana yarar şeyi alacaklarını iyice karıştırmış oluyorlar.
Bu da belli ki insanlar üzerinde tezat, gam, teyakkuz, tereddüt, umutsuzluk yaratıyor.
Şimdi gelelim bizim çocukluğumuza:
O düzü olmayan Çaykara yamaçlarında saha oluşturup top oynamış bir nesiliz.
O oyun anında zevkten dört köşe iken aç kaldığımızda ekmeği ile suyu katık ederek doyardık. Zeytin pahalıydı, bir zeytini iki lokmada yerdik, az bir küflü peynirimiz vardı yine de çok mutluyduk.
Top oynarken çok yorulduğumuzda başka bir oyuna geçer, çelik- çomak oynardık… Bıkmazdık: topaç oyununa geçerdik. Misket oynardık…
Akşam olur asıl eğlencemiz başlardı…
O günlerde televizyon yoktu ama sanki bizzat TV karşısına geçmiş gibi ya bizim ya da komşumuzun evinin salonunda dizi dizi otururduk. Peki neyi seyrederdik?
Saçı sakalı birbirine karışmış bir amcamızı…
Neler neler anlatırlardı onlar…
Saatlerce anlatırlardı, anlatırken el hareketleri, mimikler sanki devlet tiyatrocuları gibiydiler.
Masallarımızı, destanlarımızı onlardan öğrendik.
Aralarda: görgü kurallarını, kardeşliği, yardımlaşmayı, fedakarlığı, arkadaşlığı, dostluğu öyle güzel iç içe giydirerek anlatırlardı ki heyecanımız tavan yapardı.
Biz dostluğu, samimiyeti, yardımlaşmayı gerçekten o ortamlarda öğrendik.
Nice güzel insanlarımız vardı…
Dopdolu kültürleri ile bizleri ihya ederlerdi.
Her biri ya okuma yazma bilmezdi ya da sadece ilkokulu bitirmişti.
Nasıl bir birikim ve bilgi yoğunluğu ki bu Türk tarihinin temellerini biz onlardan öğrendik…
Hayat damarlarını, yaşam zorluklarını, dertlerin dermanlarını, ayakta durabilme sanatını hep evet hep onlardan öğrendik.
Onlar kimdi:
Mesela, Kademerin Ahmet amca… Biz ismini öyle bilirdik ve telaffuz ederdik de meğer Kadı Ömer’in Ahmet’miş… Bu büyüğümüzü çok severdim. Dizinin dibinde oturmak, ağzına bakarak tüm söylediklerini beynime yazmak asli görevim gibiydi.
Sonra unutmayayım diye dinlediklerimi gelmeyen arkadaşlarım anlatırdım… Tam da her hareketiyle taklit ederek…
Yine bir Adaga Mustafa amcamız, büyüğümüz vardı ki hem çok güzel şeyler anlatırdı hem de şakası çok ağırdı.
Herkes onun şakasını kaldıramazdı. Hele babamla yaptığı şakalar yayladan-kente her yerde anlatılırdı.
Ya Kesemer Rahmi amcayı nasıl anlatmalı? Onun her sözü akıl dolu, mizah dolu. Espirileri, yazdığı şiirler halâ dilden dile dolaşıyor.
Her biri bir tecrübe bir hayat dersi niteliğindeydi.
Çok uzatıp sizi yormayayım…
O dönem de çok başka idi o insanlar da çok değerliydi…
Hayat her şeyi ile bize büyük tecrübeler yüklemişti…
Bugün Z kuşağı diye adlandırılan göznuru olan çocuklarımız maalesef başta dediğim gibi kanallar-internet dediğimiz o dipsiz kuyularda yaşam ve kurtuluş arıyor…
Aman, geleceğimiz olan çocuklarımıza sahip çıkalım…