1950’li yılların sonu ile 60’lı yılların başında Çaykara Ataköy’de ilkokul öğretmenliği yapan Zehra Sulaoğlu o yıllardaki izlenimlerini 1965 yılı yayını Köprü Dergisine yazmış ve dönemin yaşantısını tam anlamıyla resmetmişti. İşte Köprü arşivinden 1960’lı yıllarında Çaykara’nın diğer köylerinde de benzeri yaşanan hayatın bir örneği olan Şinek’te geçmiş altı yılda yaşananlar.
Şinek’te altı yıl:
Yolumuz dar bir vadiye girmişti. Arazi alabildiğine engebeli, kayalar insanın üzerine abanırcasına, sağlı-sollu sıralanmış… Kayalar, çıplak değil, kayalar korkunç değil bu diyarda; kayaların yanlarından-yörelerinden yol geçer. Bu ince yollar, bu uzun yollar, sizi, köyden köye, kasabadan kasabaya götürür. Dünya medeniyetinin tekerleği o yıllarda bu yollardan geçmemişti. Bu yollardan bağrı yanık, ayakları toprağa dayanık, buram buram ter kokan bu beldenin insanları iner-çıkar…
İşte kasabanın köprüsü; üstünden geçiyoruz. Bu köprü de, bu memleketin insanları kadar yorgun, cefakâr. Oysa bu köprü, insan olmadığı halde, bu talihsiz insanlara hizmet için didiniyor… Tabiatla göğüs-göğüse geliyor. Bazen dayanıyor, coşkun sellere, bazen de sallanıyor salıncaklar gibi, ara sıra da parçalanıyor; bir parçası Of’a, öbürü Karadeniz’e ve oralardan da kim bilir nerelere kadar sürüklenip gidiyor. Halbuki bu insanlara hizmet etmeye azmetmişti. Bu köprü az mı taşıdı sırtında Ayşe’leri, Fatma’ları, Ali’leri, Hasan’ları?… Hafta günleri birçok köyden sırtları yüklü az mı insan yığmıştı doktorun kapısına?… Az mı pazara bir bağ ot, birkaç kilo peynirini geçirmişti köylünün, gene de hizmet edecekti, gene de dayanacaktı. Yalnız görünüşünde, ağlamaklık bir hâl vardı: “Ah beni bir yenileseler!..” der gibi bir hali vardı.
Mevsim sonbahar. Tarlalarda son mısır artıkları toplanıyor. Göçebe çadırlarını andıran mısır kümelerini geçiyorum. Kulağıma gelen bir su sesine doğru yürüyorum. Otlar arasından, -Şairin dediği gibi ”Su içtim çam oluktan”- çam oluğundan akan bir su, beş-altı yaşlarında bir elinde kalaylı bakracı, öbür elinde sıkı sıkı tuttuğu üç yaşından kardeşi ile bir kız.
–Adın ne senin? Dedim.
–Perihan
–Annen nerede?
–(Çenesiyle uzakları göstererek) Yaylada
–Yayla çok uzak mı? Kaç saat çeker?
–Çok uzak, annem, biz uyanmadan gider. Ahırda ineklerimiz var. Onlara ve kardeşime ben bakarım. Ocaktaki çorbanın altını ben yakarım, dedeme abdest suyu götürürüm. Annem akşam güneş batarken gelir.
Dolan bakracını alıp, kardeşinin kolundan çekerek giden bu küçücük kıza hayran olmuştum. Zeki bakışlı, anlayışlı cin gibi bir kızdı. Sanki bir ev hanımının mes’uliyeti vardı omuzlarında. Öylesine iş bunları pişirmişti ki… Küçücük fakat sıhhatli gelinlere rastlarsınız yollarda, tarlalarda başları pullarla işlenmiş yaşmaklı gelinler, yaşları 12-13-14; onsekizinden yukarı gelin olana ender rastlarsınız.
Burası birbirine ekli dört beş gözden ibaret köyün bakkal ve dükkânları; birinden içeriye giriyorum selamdan sonra iliştiğim bir sandalyede beni süzen bakkal.
–Siz galiba bizim köye verilen yeni hoca hanım olacaksınız?
–Evet, nereden biliyorsunuz?
–Bilmez olur muyum, az mı uğraştık bu iş için… Efendin var mı, yalnız mı kalacaksın bu köyde?
–Efendim var.
–Ne iş yapar?
–Sağlık memuru.
–Bak bu güzel işte.
İhtiyarın yüz hatlarından beni beğenmeyip beyi beğendiği belli oluyordu. Sözüne devam etti.
–Yani hükümetten maaş alacak bizim aşımızı, iğnemizi yapacak; Çoluk çocuğumuzun hastalıkları ile meşgul olacak öyle mi? Bu çok güzel. Çok yerinde. Bizim köyümüze böyle bir kimse lazım. Ayrıca iki tane de erkek muallim lazım. Hani bizim çocuklarımız çok yaramazdırlar da… Bir erkek muallimimiz vardı. Çok yaşlıydı. Bu iş için ben de, muhtar da bir hayli uğraştık, ötede-beride…
İhtiyarın endişesini anlamıştım. Sonradan da öğrendiğime göre de bunlar eli sopalı; şöyle, dirayetli bir erkek öğretmen isterlermiş köylerine.
Yayla dönüşü okul da açılmıştı. Köyün ıssız yolları şenlenmişti, her taraf cıvıl cıvıl. Birdenbire köye, okula bir canlılık, bir şenlik gelmişti, çalışkan ve enerjik. O zamanki köy muhtarı sık sık okula uğruyor, eksiklerimizi soruyor, imkânları dâhilinde buluyor, getiriyordu. Yavaş yavaş ilk günlerin durgunluğu geçiyordu. Bizim tozlu, eski sıralar yıkanıyor, temizleniyor, onarılıyor. O seneye kadar okula önlüksüz gelen talebelerden 43’ünün önlüklerini dikiyorum geceleri. Beyaz yakalarını okulda kızlara yaptırıyorum.
Okul açılalı bir aya yakındı. Okul bahçesi beyaz papatyalarla süslenmişe dönmüştü. Muhtarın yüzü bir kat daha gülüyor. Anneler, babalar işlerinin bırakıp çocuklarını seyre koyuluyorlardı.
Evim bir atölyeye dönmüştü. Genç kızlar çeyizlerinin yapmak için bana koşuyorlardı. Birbirimize çok şeyler öğrettik uzun kış gecelerinde.
Devamsız talebem kalmamıştı. Kızlı-erkekli beş sınıf vardı karşımda. Lütfen şunu kendilerine iltifat olarak kabul etmesinler. Şurasını iftiharla yazacağım. Burada, bu sınıflarda çok zeki çok çalışkan çocuklar vardı. Şimdi bunlardan pek azı üniversitelerde okuyorlar. Bir kısmı iş hayatına atılmış, bir kısmının ateşli zekâlarının üstünü kül kaplamıştır. Daha birçok köylerde olduğu gibi. Bu köyden çıkanlar arasından okumuşlar az değil. Bu yönden Türkiye’nin sayılı köylerinden olması icap eder.
Gizli bir fiskos başlamıştı. Kadınlar arasında, erkekler kahvesinde. Kimin yerini alacaklar? Bizden para mı toplayacaklar? Hani hakları da yok değil. Orada arazi kıymetli bir iki parça tarla ile bir aile geçinmeğe çalışır. Sen kalk da “Hastane yapacağım.” De. Fakat bu da oldu. Kısmet olduktan sonra mesele yok.
Erzurum’un Nene Hatun’u, Maraş’ın Kara Fatma’sı varsa; bu köyün de Balkız Halası var. Balkız Hala acı-tatlı günler görmüş, düşmanı akliyle ve yiğitliğiyle günlerce zararsız kılan 75’lik bir nine… Şimdi rahmetlik nur içinde yatıyor; gözleri arkada kalmadı…
“Ben şu büyük tarlamı ve içindeki evimi hastane yapılmak üzere veriyorum. Elinizi çabuk tutun, ben ölmeden bana bunu gösterin.” demişti. Köyde bu işi benimseyenler düğün bayram yapmıştı. Hepsi benimsemişti ya. Ben burada asıl köyün bu derece çalışkan bu derece cömert kadınlarından bahsedeceğim. Bir hayli uzak olan dereden hastanenin kumu, çakılı, kerestesi; bu kadınların sırtlarında taşındı. Erkekler de bizzat çalışıp kısa zamanda 22 yataklı hastane meydana geldi. Benim mini mini talebelerimin çalışmalarına kimse inanmaz diye sonuna ilâve ediyorum. Her gün hastane için bir saatlik çalışmamız olmuştur.
Demek ki köyün bakkalı köyüne, asıl kimlerin fayda getireceğini evvelden kestirebilmişti. Beklediğinden çok fazlası ile.
Evet, altı yıl bu köyde sonbahar geldi mısırlar biçildi. Yaylalara göç edildi. Ben de onlarla beraber yaylalara çıktım; yaylalardan indim. Düğünlerine gittim. İmecelerinde bulundum. Altı yıl hep beraber tatlı hatıralar yaşadık, vefalı insanların beldesi Şinek Köyü’nde… Ayrılırken akan gözyaşlarımız dindi; ama tatlı hatıralarımız yaşadıkça duracak kadar derin ve köklü. Vefalı öğrencilerimin şükran duygularını en büyük hazine olarak saklama bahtiyarlığı ne güzel şey…