Yokluk, imkansızlık ama samimiyet yıllarında çocuk olmanın hem zorluğu hem lezzeti vardı. O yılları yaşayanların çektikleri zorluklar demire su verilmesi gibi hayata karşı dayanıklı kıldı onları. İşte 1960’ların kalem ile çizilmiş bir resmi. Nevzat Çimen’in kaleminden doyumsuz bir çocukluk hatırası…
“Alaca karanlıkta yorganın altından gözlerimi ovuşturarak doğruldum, yattığım yerden, perdesi yarı açık küçük pencereden dışarıya baktım … Yine sis – duman yine ağır puslu bir hava …
Annem sabahın erken saatlerinde inekleri sağmış, dışarıya çıkartmış, nahıra doğru yönlendirmiş, eve getirdiği sütten benim hissemi ayırmış, pişirmiş … Kalan sütü, hanegadaki süt teknesinin üstüne dökmüş, her zamanki gibi benim üstümü kontrol ettikten sonra odanın penceresindeki perdeyi yarı açmış, kapıyı usulca kapayıp gitmişti …
Yine orakla ot yapmak için ya Gopso’ya ya Altınki Aymeydanı’na gitmişti …
Yaylaya – eve ancak akşama dönebilecekti …
Uyandım, kalkmak isteyemiyordum. Ama kalkıp ayak yoluna gitmezsem iyice sıkışacağımı düşündüm. Odanın kapısını açtım, mabeyinden hızla geçtim. Othananın yanından ğ(h)ayat kapısına gittim, kapının sert açılan glosorünü dahranın sapıyla vurarak açtım. H(Ğ)ayata çıktım, hafif soğuktan biraz ürperdim, ama hızla Ğ(h)ayatın ucundaki tuvaletin kapısına gittim, içeri girdim, çabuk çabuk çişimi yaptım, yine aynı hızla geri döndüm … Hem yatak odası, hem mutfak görevini gören odaya geçtim, tekrar yatağa girdim …
Evde tek başımaydım …
Tek çocuk olduğum için annem; uyandıktan sonra ne yapmam gerektiğini ayrıntılarıyla bana öğretmişti …
Gözlerimi yumdum ama ne her zamanki hayallerimi kurabildim ne de uyuyabildim …
Saatin kaç olduğunu bilmiyordum. Odanın alaca karanlığında ölü ışığın hüzmeleri iki raflı oflanı aydınlatıyordu … Üst rafta büyük süt tası, yanında yoğurt bakracı ve küçük çinko yeşil bir dabega …
Alt rafta, biri diğerinin üstüne kapatılmış iki çinko sahan, arkalarında dik duran bir kaç bakır sahan, onların da çaprazlama önlerinde biri bakır, diğeri yeşil çinko süt tası ve yanlarında iri, kırmızı boya dekorlu ince bel çay bardakları görünüyordu …
Alt rafın altında, kalın gugar çivilere asılı yeşil çinko bir demlik ve yanında dışı ocak ateşindeki isten simsiyah olmuş guymak tavası, büyük gafega ve yanında ğ(h)algobul …
Oflanın altında, tahta sulukta, küçük bir kazan daha var… Hemen karşılarında, cam tarafındaki peykenin dibinde kapaklı simsiyah gafeganın üst tarafı görünüyor …
Ğ(H )olalı Ğ(H)ala’nın dokuduğu kilimin serili olduğu peykenin üstünde üstü siyah biz bezle örtülü yeşil çinko hamur teknesi …
Belli ki annem yine bana ofis buğdayından bazlama golotlar yapmıştı …
Öğlen yiyeceğim, bu golotlar ile sahandaki peynir idi …
Kafamı yukarı kaldırdım, sağ yanımdaki ocağa baktım; ateşin kenarına alınmış, üç ayaklı sacayağın üstünde mısır ekmeği ufatılmış, kaynatılmış. Üstü ğ(h)algobulun kapağı ile örtülmüş, süt tavam vardı …
Kalkmaya karar verdim, doğruldum. Gidip perdeyi açtım, duvardaki mığ(h)a asılı çulaki pantolumu alıp giydim. Hiç çıkartmadığım koyun yünü beyaz kazağımın yakasını içeri, kollarını dışarı kıvırdım. Mabeyine çıkıp dış kapının arkasındaki su dolu isdemliden çinko maşrapa ile su aldım. Dış kapıyı açıp gatodorun üzerine oturdum. Yalandan yüzümü yıkadım, biraz ürperdim, çabucak içeri girdim …
Yorganımı önce tersten ikiye sonra üçe katladım, karşı pykenin üstüne koydum, yastığı da onun üstüne kapakladım … Yatağı rulo şeklinde üçe katlayıp oda kapısının sağında yüklük görevi yapan raftaki yatakların üstüne koydum … Yatağın üstüne yorganı, üstüne yastığı koydum … En üstüne de annemin günlerce ve sabırla onlarca renkli parça kumaşlardan-bezlerden kesip – biçtiği, biri birine ekleyerek diktiği battaniye görevi gören mitiliyi örttüm …
Oflandaki hularodan sapının ucu hafiften yanmış bana özel şimşir tahta kaşığımı aldım, tek parçalı tahtadan oyma sofrayı kurmadan, baragamidaki tahta iskemleyi ocağa biraz daha yaklaştırdım, çöktüm. Tavanın üstünü açtım, mısır ekmeği kabuğu ufatılmış, pişmiş ve henüz soğumamış sütümü kaşıklamaya başladım …
Yemekten sonra tavaya su döktüm, üstünü yine kapadım, suluğa bıraktım …
Mabeyindeki kara lastiklerimi ayağıma geçirip dışarı çıktım … Kapıyı kapattım, kilidi iki kere çevirerek kilitledim, anahtarı ahır kapısının yanındaki taş oyuğa koydum, üstünü kapadım …
Bugün henüz çise çıkmamıştı, ellerim cebimde, Hanlar’a doğru yola koyuldum …
Kahve henüz açılmamıştı, ortalıkta kimseler gözükmüyordu ama Aloğun Şükrü Dedega dükkanını açmış, her zaman olduğu gibi tezgahın üstünde keyifsizce oturuyordu …
Biraz ileri geri dolandım, dükkanın arkasında çayırın içindeki taşların üstüne çıktım, yaylanın içine doğru baktım, etrafta ne bir çocuk ne bir ses vardı …
Henüz sekiz -dokuz yaşlarında bir çocuğum, böyle zamanlarda ne yapılır bilmiyorum …
Behçet’in Muhammet geldi aklıma …
O her zaman bir yol bulur, bir iş yaratırdı …
Köyün bu baş mosebeli Muhammet ile iyi arkadaştık …
Benden bir, bir buçuk yıl büyüktü …
Yeri gelir çok merhametli, yeri gelir çok acımasızdı …
Hem akıllı hem çok kurnazdı …
Onun yaşam felsefesi “kazan kazan” üzerine kurulmuştu, zarara hiç dayanamaz, küser, kin beslerdi …
Bir silmesin adamı bir daha kolay kolay listesine almazdı ..
Ama biz çok iyi iki arkadaştık, yediği ayrı gitmeyen …
Ağaçların tepesine çıkar, köyün bütün meyvelerinin yerini bilir, karşı mahallenin insanlarını benden iyi tanırdı … Yüzmeyi, kumar oynamayı, meyve hırsızlığını vb melanetleri hep birlikte öğrenmiştik …
Birlikteliklerimizden hiç sıkılmaz, çocuksu maceralar yaşar, olmadık badirelerden geçerdik … Bir biçimde buluşur, kafamıza göre takılırdık … Bildiğim bütün kötülükleri, dolapları hep ondan öğrendim desem yemin olsun ki yanlış olmaz … Frekanslarımız tam uyar, içimiz içimize sığmazdı …
Hep hareket, hep heyecan …
Aslında onunla kuzen sayılıyorduk ama hiç bir zaman ortak referansımız bu ilişki olmadı …
Annelerimiz amca çocuklarıydı fakat olmadık yaramazlıklara imza atacağımızı bildiklerinden ikimizin bir araya gelmesini hiç istemezlerdi …
Biz ise bütün baskılara rağmen birbirini mıknatıs gibi çeker, bir biçimde buluşurduk …
Durdukları ev Hanlar’a yakındı, hemen onlara doğru yöneldim …
Sabahları biraz geç kalkardı, ama önemli değil, uyuyorsa kaldırırdım …
Gittim, içeriden sesler geliyordu. Kapıyı açtım, Muhammet peykede yatıyor, kardeşleri Kemal ve Refik ocağın yanında oynuyordu … Muhamet uyumuyor, yatakta sabah şekerlemesi yapıyordu … Dürttüm “- Haydi kalk daha!” dedim … Kalktı, ortada kurulu sofrada ona ayrılan guymağı yedi, “Ne yapacağız?” diye sordu …
Kapıda oynamaya karar verdik …
Topraktan evler, caddeler, hastahaneler yaptık, beğenmedik yıktık, yeniden yaptık …
Duman yavaş yavaş etrafa yayılmaya, çise de kendini hissetirmeye başlamıştı …
Bu hareketsiz oyundan sıkıldık, birbirimize “Ne yapalım?”dercesine baktık …
Muhamet benden bir – bir buçuk yıl büyük, doğal olarak macera timinin lideri o …
Hemen, “- Duman çise ya godum a…na, hayde köye gidelim!” dedi …
İkimiz de dumanı çiseyi, dolayısıyla yaylayı pek sevmeyiz; meyve yok, dere yok, macera yok …
Bu öneri çok hoş bir fikir olarak göründü bize …
Kemal ile Refik bizden küçük, onlara evde ateş yakmamalarını, dışarı çıkmamalarını, tembihledi, bana döndü “- Hayde !” dedi …
Destursuz köye doğru yola koyulduk …
Araba yolu yok, eşek yolundan gidersek 13 – 16 km, köse yoldan gidersek 10 – 12 km … Güzergâhları iyi biliyoruz. Çatmalar, Üstünkü Ay meydanı, Gosgorlar, Lisrat, Aloniga, Üstünkü Gopso ve Beleganiyoz üzerinden Vartanli Mahallesi ve köy …
Lemali bizim gibi çocuklar için yasak bölge …
Ya jandarma var ya Muhammet’in babası Belediye Başkanı Behçet amca ya kahvecilik yapan babam ya da fırıncı dayım orada … Hepsi de biri birinden tehlikeli …
Jandarma ellerimizi bağlar, dipçikler, döver diye öğretilmiş bize …
Babalarımız desen mutlaka yayladan kaçtık diye daha fazla döver ve tekrar yaylaya postalar …
Dayım yumuşak kalpli bizi mutlaka yedirir ama ona yakalanmak diğerlerine de yakalanmak demek, o da olmaz …
Karnımız iyice acıktı …
Mevsim güze dönmüş, aşağaki çayırcılıklar başlamış, henüz mısırlar olmamış, meyveler de kıvamını bulmamış …
Mecburen tarlalara girip hıyar (salatalık) toplayıp yiyeceğiz …
Bu alanda köyün en verimli yeri Aşeraf tarlaları … Caminin yanından tarlalara girdik, epeyce kırım yaptık, ceplerimizi hıyarla doldurduk, tekrar caminin avlusuna geldik. Mescidin içerisine girip oturduk, bir süre ne yapmamız gerektiğini konuştuk, ceplerimize koyduğumuz hıyarlardan tekrar yedik… Birilerine yakalanma tehlikesini dikkate alarak hiç tarlalardan çıkmadan Geriki Irmak tarafına geçtik. Volta vuranlara yakalanırız korkusuyla, dayımların oradan yolu kontrol ettik, etraf boştu ama yine de korktuk, yola inemedik …
En iyi Lemali arkadaşlarımızdan ne Karagöz İhsan var, ne Kadak Muhammet İkinci ağabey var …
Üstten, ormanın içinden Güneyi tarafına geçtik, oradan ‘dink’in üzerinden Sulilar’a, oradan da Kara Hasan’ların mahallesinin üstünden dere kenarındaki Sandık taşı’na, Solaklı Deresi’nde yüzmeye…
Akşama kadar oralarda oyalandık, yüzdük, güneşlendik… Aç-bilaç 70 derecelik Sulilar yokuşunu çıktık, köye girerken hava iyice karardı, Kantar Taşı’na, oradan Mecit’in evlerinin üstündeki yoldan, Büyük Caminin yanına oradan da Muhammetler’in boş-ıssız evine vardık…
Yaz, köy, çok ıssız… 300-400 hanelik köyde, beş on hane şenlik ya var, ya yok …
Muhammet evin anahtarının yerini biliyor, aldı kapıyı açtı …
Evde yaz dolayısı ile kap kaçak yok, ya yaylaya taşınmış ya da hırsızlığa önlem olarak şenlik olan bir eve taşınmış … Her zaman Muhammet’in çakmağı vardır, çakmak ışığı yardımıyla odanın içinde ocağın üstündeki ağaç raftan idare lambasını fenerin içerisinden aldık, yaktık…
Yiyecek bir şeyler aradık, bütün yaz ev boş, yiyecek hiç bir şey yok …
Muhammet odanın içinde peykenin dibindeki un kurununda mısır onu aradı yoktu, kurunun dibini vita kutusunun kapağı ile kazıdı, bir avuç un çıkardı… Tasta yoğurdu, ocakta ateşi yaktık …
Evde pleki olmadığı için, kızdırmayı vita kutusunun kapağında yapmaya karar verdik …
Hamuru bastırarak Vita kapağına iyice yaydık, kızgın ateşin karşısına koyup pişmesini beklemeye başladık… Ama teneke kapak biraz ısınınca hamur şıp diye küllerin üstüne döküldü, külüne-mülüne dikkat etmeden, toplayıp yeniden deneyelim dedik olmadı, yeniden küllere düştü …
….
Mecburen aç aç sabah edeceğiz …
Bizim mucit, yıldırım hızıyla karar verdi, “lambayı al, fenerin içerisine koy, söndürmeden tut, üstünkü tarladan yaralma çıkaracağız” dedi. Mabeyinden kazmayı aldı, işe koyulduk … Kimin olduğunu bilmediğim tarladan, bir küçük gafega yaralma çıkardı eve geldik … Yaralmaları biraz yıkadık, gafegayıa doldurduk, üstüne su koyduk, ocaktaki gremula astık … Yirmi – 25 dakika oldu olmadı, benim itirazlarıma rağmen gafegayı ateşin üstünden aldı, suyunu suluğa boşalttı, “Hepsini şimdi yemeyelim yarısını da sabaha bırakalım” dedi …
İtiraz ettim, sen benim hissemi bana ver, ben benim hissemi yiyeceğim dedim …
Gafegadaki yaralmaları ikiye böldü, yarısını bana bıraktı, kendi hissesine düşenleri hiç soğutmadan yemeye başladı …
” -La az bekle de öyle yiyelim!” dedim , dinlemedi , kendi hissesine düşenlerin yarısını ayırdı , diğer yarısını hemen haşur huşur yedi , gerisini sabah yemek üzere ayırdı …
Ben yarına Allah kerim diyerek benim hisseme düşenlerin önce pişenlerini, sonra da yarı pişenlerini yedim …
O bir peykede ben diğer peykede yatıyoruz …
Kurnaz (!) Muhamet kalan yaralmaları, ne olur ne olmaz -güya fare gelip yemesin filan- diye usulca aldı, yastığın bana uzak yan tarafına koydu, biraz sohbetten sonra uyduk …
Sabah erkenden uyandım, açlıktan bir sağa bir sola dönüyorum, uyuyamadım …
Aklıma Muhammet’in sakladığı yaralmalar geldi, “bir tane alıp yiyeyim, bişe anlamaz, anlasa da önemli değil” dedim, sessizce icraata geçtim … Usulca bir tane, iki tane, derken geri kalanlarını da alıp yedim …
Yatağıma geldim, yalandan uyuyorum …
Bir süre sonra Muhamet uyandı, eliyle yan tarafa bi yoklama çekti. Öfkeyle yorganı sıyırdı kalktı, iyice arandı, yaralmalar yerinde yoktu …
“Ola e kitapsız yalandan uyuma numarası çekme, ne yaptın yaralmaları,
ver de ben de yiyeyim ! ” …
Ben yorganın altında kıs kıs gülüyorum, ses yok ! …
“Ola hepsini mi yedin? ” …
” – Fare yemiştir, ne bileyim ben! ” …
Söylendi, “- e bok yeyen, hepsini nasıl yedin? ” diye çıkıştı …
Bende cevap yok !
Afradı, tafradı çaresiz …
Kalktık, üstümüzü giydik, evden çıktık …
Hiç konuşmadan yeni maceralara doğru yola çıktık …”
Yazıda Muhammet olarak zikredilen kişi Çaykara’nın saygın esnafından Nezihi Serdaroğlu’dur.
Olağanüstü güzel bir anı…