Neredeyse yarım asır, 43 yıl önce bu günlerdi. 1978 yılının Eylül ayında Şahinkaya II ilkokulu birinci sınıfında ilk eğitimime başlamıştım. Henüz altı yaşım bile kemale ermemişti.
Evimiz köyümüzün zirvesine yakın bir noktada ve ormanın hemen dibindeydi. Etrafındaki komşu ve akrabalarımız o tarihten 13 sene evvel Hatay’ın Kırıkhan ilçesine iskan olmuş, bizim aile burada kalmıştı. Dolayısıyla ıssız sayılacak bir ortamdaydık. Doğrusu o ortamda sosyalleşebilmiş de değildik. Hayatımın ilk altı yılı zaman zaman bir arada olduğum Muhammet, Sezgin, Sami kardeşler, Mehmet Kırmaz ve kardeşim Sadık gibi birkaç kişinin etrafında dönüp duruyordu. İlkokula gitmek aynı zamanda yeni arkadaşlarla tanışmak ve alışkın olmadığım, kalabalık bir ortama girmek demekti. Daha önce evde konu olan o sene okula başlayıp başlamamamın kararı okula başlamam yönünde verilmişti. Okula başlayacağım günden bir kaç gün önce öğretmenim merhum Ahmet Ziya Öztekin bize akşam sohbetine gelmiş, rahmetli babam beni kendisine takdim etmişti. O da şakayla karışık bir ciddiyetle “okulda görüşürüz o zaman” demiş ve bu benim tedirginliğimi artırmıştı. Uzatmayalım bu faslı, günler günleri kovalamış ve okulun ilk günü gelmişti ki fotoğrafta arka planda yarısını gördüğünüz evimizden babamın nezaretinde yola çıkmıştık. Fındıklıkların içerisindeki iniş yolundan geçerek köyün o zamanki tek yolu olan ana şose yoluna Raşi’dan birleşmiş, oradan şoseyi takip ederek Lazkıran mevkiindeki ilkokula gelmiştik. Rahmetli babam beni öğretmenim merhum Ahmet Ziya Öztekin’in okuttuğu ve okulun üst giriş kapısının hemen sağında bulunan birinci sınıfa teslim etmişti. Fakat üzerimdeki tedirginlik sürekli artıyordu. Mahiyetini bilmediğim bir ortamda ve kalabalığın içinde içime doğan yalnızlık hissinin etkisiyle dışarıda olan babamı gözlüyordum. Rahmetli benim artık sınıfa adapte olduğumu düşünmüş olacak ki okulun bahçesini aheste aheste terk ederek Zoroş mahallesi istikametinde ayrılınca içimdeki tedirginlik bilmediği bir şehirde kaybolan bir çocuğun yalnızlık hissine dönüştü. Babamın ardından ağlamaya başladım. Durumu tamir etmeye uğraşan öğretmenim bir türlü başarılı olamıyordu. Aklına son çare olarak o zaman birinci dönemin sonunda okumaya geçen öğrencilere dağıtılan bir “Alfabe” kitabıyla beni okula bağlamak geldi ki bunda başarılı oldu. Alfabe kitabının renkli sayfaları arasında daldığım hülyalarla alıştım okula. Halâ sınıf arkadaşlarım mızmızlanarak Alfabe kitabını zamanından önce almamın sitemini yaparlar bana. (Hepsine selam olsun) Tabi onlarla birlikte de dönemin sonunda bir kitap daha almıştım. Sonra günler geçtikçe anlaştım-sosyalleştim arkadaşlarımla. Dünyanın Kırma mevkiinde ormanın dibindeki evimiz ve etrafından ibaret olmadığını farkettim. Zira her biri köyün farklı mahallelerinden geliyordu sınıf arkadaşlarım: Hasan Özsoy, Dursun Erel, Zekeriya Ataman, Meral Bayraktar, Aytaç Bayraktar, Ömer Uysal, Metin Uysal, Sevenay Murutoğlu, Sevgi Ayşe Selçuk Bacak, Ayse Okur, Fatma Ayan, Mehmet Uysal, Ensar özbilgi, Zihni Ataman, Fatma Işın, Cengiz Uysal…. Altı yaşında bir çocuk olarak alıştım okula yalnız gidip gelmeye. Raşi’ya kadar arkadaşlarım olurdu da oradan eve kadar olan dik mesafeyi sallana sallana çıkardım. Bazen yorulup oturur aşağıdaki Çordan’ın evlerine bakar, “bizim ev neden bunlar gibi okula yakın değil” diye iç geçirir, sonra unutur yola devam ederdim. Bizim evin altındaki son fındıklığın içinden geçerek karataş duvarın beni üst tarlaya çıkaracak taş merdivenlerine geldiğimde bana musallat olan bizim horoz karşıma çıkardı. Benim üzerime saldırıp tarlaya çıkmamı engellerdi. Annemi çağırmadan bu engeli aşamazdım. Neyseki bir gün kendisine saldıran bir doğan ile yaptığı savaşta ağır yaralanmış, bir hafta süren hastalık sonunda can vermiş ve ondan kurtulmuştum. O yılllarda en yakın mahalle arkadaşlarım Nanego Muhammet, Sezgin ve Sami’nin babaları rahmetli Fahrettin amcanın Almanya’dan kesin dönüş yapmasıyla İstanbul’a taşınmalarının hüznünü okuldaki yeni arkadaşlarımla telafi etmiştim. Bir sonraki yıl Kıcıkırman Muhammet amcanın talimatıyla Kırıkhan’a tayin olan ateş komşumuz İbrahim Kırmaz ağabeyin oğlu Mehmet’i de kaybetmiş, ormanın dibindeki mahallemizde yalnız kalmıştık. Sonra ben üçüncü sınıftayken okul çağına gelen kardeşim Sadık da benim okul yolunda arkadaşım olmuştu. Benim tecrübelerim ona ışık olmuş rehberliğimde bir sıkıntıyla karşılaşmamıştı. Haftanın üç gününü uzak köylerden inek satın alıp pazarda satarak evin nafakasını temin için uğraşan merhum babam bu sürede bizi burada yalnız bırakmak durumunda kaldığından daha hareketli olan Bobayros’ta(aşağı mahallede) bir ev yapmaya karar verdi. Ben dördüncü sınıfa geçtiğimde artık inşaatı başlayan Bobayrostaki evimizin hemen yanındaki amcamın evine taşınmış ve çocukluğumun ilk 10 yılını yaşadığım Kırma’daki evimizin kapılarını kapatmak durumunda kalmıştık.
Artık yeni mahallemizdeydik. O gün bu gün de ordayız… Ama ben aradan geçen 40 yıla rağmen kendimi hep bu arkamda gördüğünüz eve ait gördüm, görürüm. Ona yeterince bakamadık. Bir kaç yıl önce çatısındaki kiremitleri sac ile değişmiştik. Şiddetli rüzgar hafifleyen çatısını uçurunca hatıralarımız tamamen silinmesin diye onu tamamen yıkmak yerine bu halde toparladık. İyiki böyle yapmışız. Rüyalarımın çoğunu halâ bu ev ve etrafındaki mekanlarda görürüm. Ruhum buralarda rahatlar, gönlüm buralarda sükunete erer. Bana bu satırları yazdıran bu yarım evi niye mi yazdım? Yazdığım şeyler yüzünden işte…
Bir insanın başına gelebilecek en üzücü hadise, hatıralarının birer yalan olduğunu fark etmesidir.
J.G Vasquez
Kaç mevsim oldu yeniden yeşerdiği tabiatın
Ne kışlar geçirdi soğuk buz gibi
Ne baharlar yeşili yeşil moru mor
Ne insanlar devri alem etti
Ne güneşler doğdu yeşeren dağların üzerine
Ne yağmurlar rahmet taşıdı köklerine ağaçların
Ne devirler kapandı sessiz sedasız
Ne seyirler sonlandı
Ne gidenlerden bir haber var artık
Ne hatıraları baki