Köye kar yağdığında mutlu olurduk. Gökyüzünden süzüle süzüle düşen kar tanelerini camdan seyrederken içeride gürül gürül yanan sobanın üzerindeki tencerelerde ağırlıklı olarak kara lahana pişerdi. Onun buharı pencere camlarını buğuyla kaplardı. Parmağımızla kâh ismimizi yazar, kâh belli belirsiz resimler çizerdik buğunun üstüne. Sonra çizdiklerimizi avuç içimizle hızlıca siler, buğuyu dağıtırdık. Gene netleşirdi süzülen kar tanelerinin görüntüsü. Kar yağarken sis olurdu. Karşı köyleri, dağları, vadiyi göremezdik. Bir süre karalahana kokusunun sindiği evin içinde oyalanırdık bu atmosferde. Soğuk olduğundan zaruri ihtiyaçlar dışında sobanın yandığı odadan dışarı çıkamazdık. Gün boyu eve mahkum olmak pek sevimli değildi doğrusu. Çeşitli oyunlarla, yaramazlıklarla, sohbetlerle meşgul olur, zamanı geçirirdik. Şartlar ne olursa olsun annem ahırda sayıları 10 ile 15 arası değişen ineklerin üç vakit hizmetini görmek durumundaydı. Sabah sağılmaları, altlarının temizlenip yaprak serilmesi, yedirilmeleri; öğlen sıcak yal kaynatıp içirilmeleri, taranmaları ve akşam yine sağılarak yedirilmeleri, sütlerinin kaynatılıp süt makinesinde kaymağı ile peynirinin ayrılması işlemi, diğer işlerinin arasında her gün yaptığı rutin bir işti ve kar yağması bile onu bu işlerden kurtaramazdı. Sadece arazide çalışma yapamazdı o kadar. Onun yerine evin içinde yapılacak, mısır ufalama, fasulye ayıklama, fındık kavurma, yorgan dikme gibi ekstra işlere bakardı.
Karın en güzel görüntüsü kuşkusuz kar yağışının kesilip sisin dağılmasıyla ortaya çıkardı ki bu durum eşsiz bir manzara sunardı. Ağaçların en ücra dallarına kadar her yeri beyazla kaplanır adeta pamuk gibi olurdu. İşte bu anda dışarı çıkmak evlâydı. Ağaçlar, üzerlerinde biriken karların etkisiyle dallarını yere doğru büker, ufak bir dokunuşla silkinerek karlarını döker, eski haline dönerdi. Yumuşayan hava kısa bir sürede tüm dalların karlarını bir toz bulutuyla döküp dalların eski yerine yükselmesine sebep olurdu. Neticede kısa bir zaman sonra ağaçlardaki karlar yere düşer, kar sadece zeminde birikirdi. O güzel pamuksu görüntü yerini kasvetli bir beyaza bırakırdı. Bir de gece ayaz olursa sabahında her tarafı buz tutar insanın adımını attığı bir anda ayağının yerden kesilmesi işten bile olmazdı.
Gündüzü böyle geçen kışın akşamları derin muhabbetlere ortam hazırlardı. Gün boyu esgari rutin işleriyle uğraşan ahali köyde mahalle mahalle; on, on beş, bazen yirmi kişi ile bir evde toplanır, sohbetin eğlencenin demini bulurdu. Kavrulan fındıklara demlik demlik çaylar eşlik eder, çay gider kabak felisi gelir, o gider küpten çıkan organik köy armutları, muşmulaları meclisin damağına ve dimağına sunulurdu. Sigara dumanının oluşturduğu sis bulutu altında bazen bir kutu bisküvi (o zamanlar var olan üç kiloluk tenekeden küp kutularda satılan finger veya kaymaklı bisküviler) için gece boyu çalı oynanır, sabaha kadar kutu bir hal olurdu. Bir grup yanda fincan oyunu oynar, ters çevrilen fincanların altına saklanan bozuk paranın hangi fincanın altına saklandığının bulunmaya çalışıldığı oyun oynanır, ceza olarak fincanın dibi kömürlenerek mağlup takımın yüzü damgalanırdı. Sonra takımlar bu damgalı yüzle birbirlerine bakıp karınları ağrıyıncaya kadar gülerlerdi. Daha elektriğin bile olmadığı, gecelerin lüks lambasıyla aydınlatıldığı ve lüksün ışığı düştükçe pompalanarak ışığına güç verildiği bu gecelerde insanlar an’larına keyif katacak her fırsatı hunharca(!) değerlendirirdi. O gece muhabbette olması gerekirken olmayan birisi varsa bir kaç kişi onu almaya ve ortamı tamamlamaya gönderilirdi. Ya söz veripte bir şekilde gelmeyen veya gelemeyen varsa hâli haraptı onun. Mahkeme kurulup mecliste yargılanıp ya bir sonraki meclisi şenlendirecek meyve, bisküvi ve türevlerinden bir cezayı ya da o kış soğuğunda törenle bir lubada suya atılmayı kabul edecekti. En son şık bunların hiçbirini kabul etmeyip meclisten dışlanmayı göze almaktı ki bu satırların yazarı böyle bir kişiyi duymadı görmedi. Geceler uzun sürerdi. Muhabbetler neşeliydi. İnsanlar birbirinden haz alırdı. Ayrılırken bile bir sonraki buluşmanın hasretini hisseder, planını yapardı. Ne güzel günlerdi o günler….
80’li yılların başında yaşadığım kış gecelerini o zamanın bir çocuk gözüyle aktarmaya çalıştım. Kendimi o dönemleri yaşayan biri olarak Allah’ın lütfuna mazhar olmuş görüyorum. Şükür…
Hayatı yaşanır kılmak imkanla değil insanla ve insanlıkladır vesselam…