ÇaykaraDernekpazarıÇaykara KöyleriÇaykara Köyleri HaritasıÇaykara NeredeUzungölÇaykara nedirWhatsApp Link Oluşturma
DOLAR
42,4454
EURO
49,4326
ALTIN
5.797,43
BIST
11.107,38
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Trabzon
Hafif Yağmurlu
20°C
Trabzon
20°C
Hafif Yağmurlu
Pazartesi Hafif Yağmurlu
16°C
Salı Hafif Yağmurlu
14°C
Çarşamba Çok Bulutlu
15°C
Perşembe Çok Bulutlu
15°C
reklam

Ahmet Yıldırım

1964 doğumlu, Çaykara Kabataş Mahallesinden olup Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İslami İlimler Fakültesinde profesör olarak akademik çalışmalarını sürdürmektedir.

    Hatıraların Sessiz Çığlığı

    29.11.2025 13:39
    208
    A+
    A-

    Annem Fatma Hacıibrahimoğlu’nun (1936-2025) Ardından: Hatıraların Sessiz Çığlığı

    18 Mayıs 2025… Bu tarih, hayatımızdaki en büyük gölgelerden birini bırakan gün oldu. Annem, 89 yıllık ömrünün son deminde Rabbine yürüdü. Arkasında, bir insanın taşıyabileceğinden çok daha fazla çileyi sabırla, tevekkülle ve vakarla göğüslemiş bir hayat bırakarak. Biz de bu yazıyı ölüm hakikatini hatırlamak, vefatındanyaklaşık altı ay geçse de annemi hayırla yad etmek ve yad edilmesine vesile olmak üzere kaleme almaya çalıştık.Allah nasipdar olmayı bizlere nasip etsin ve cümle geçmişlerimize rahmet eylesin.

    Onun hikâyesi pek çoğumuzun çocukluğunda tattığı o sıcak aile ortamıyla başlamadı. Çile ve sıkıntılarla örülü bir hayattı. Henüz çocuk yaşta yetim kaldı; baba sıcaklığını doğru dürüst tatmadan büyüdü. “Babamınbabalığını doyasıya göremedim” cümlesi onun ömrünün en temel kırılmalarından biriydi. Aslında onda, bir insanın en temel ihtiyacı olan güven duygusuyla çocukluğunu geçirememiş olmanın hüznü gizliydi. Çocuk yaşta yetim kalmak, insanda görünmez bir boşluk açar. O boşluk, ancak sabırla, çalışmayla, hayata tutunarak dolabilir. Annem de öyle yaptı. Küçük yaşından itibaren evin yükünü omuzlanmak zorunda kaldı. Oyunla değil, sorumlulukla başladı çocukluğu. Annesi, abisi ve kardeşine yardımcı oldu. Çevresine hep olgun görünen, içinden ise kırgınlığını Rabbine emanet eden bir kız çocuğuydu. Ama o, yarım kalan her şeyin yerini sabırla, çalışmayla ve dualarla doldurmayı bildi. Çocukluğun sessizliği yetimliğin soğuk sabahları hayatında hep hissediliyordu.

    Yetim büyümenin olgunlaştırdığı karakteri, gençlik yıllarında da kendini gösterdi. Hayat, ona zor gelmişti ama yılmak nedir bilmezdi. Genç yaşında, kendisinden üç yaş küçük olan babamla evlenmek durumunda kaldı. Evlilik onun için hem bir yuva kurmak hem de yeniden kök salmak demekti. Yıllarca eksikliğini hissettiği “aile” duygusu, bu evlilikle yavaş yavaş tamamlanmaya başladı. Annem ömrünün büyük kısmını Trabzon’un Çaykara ilçesinin Kabataş köyünde geçirdi. Bu itibarla Karadeniz’in kadınlarını anlatmaya kelimeler çoğu zaman yetmez. Hem evin direği, hem tarla işinin çalışanı, ustası, hem komun, mezirenin ve yaylanın yükünü çeken güçlü bir dayanağı olmuşlardır. Ev işi ayrı, tarla işi ayrı, çayır biçmek ayrı bir yorgunluk; yayla göçü başka bir çiledir. Annem de bu coğrafyanın bütün çilesini, yükünü, yağmurunu, sisini, dik yamaçlarını yaşamış biriydi. Karadeniz’in sert rüzgârlarını, dar vadilerinde yankılanan yorgunluğunu bilen herkes, o coğrafyada kadın olmanın ne demek olduğunu da bilir. Annemin ömrü de bu coğrafyanın kaderiyle yoğruldu. Güneş doğmadan başlayan, çoğu kez güneş battıktan sonra bile bitmeyen uzun günler… Karadeniz’in sert coğrafyası ona, emekle yoğrulmuş bir hayat armağan etmişti. Ama annem tüm bunları doğal bir akış gibi yaşadı. Şikâyet etmeyi bilmezdi. Yorgunluğunu bile içinden yaşar, çehresine yansıtmazdı. Bugün dönüp baktığımızda anlıyoruz ki, onun için güç dediğimiz şey, aslında sabırla harmanlanmış bir tevekküldü.

    Annemiz epilepsi hastasıydı. O nöbetler, bizim için birer korku tufanıydı. Birden yere düşen, titreyen, ağzı köpüren, gözleri kapanan annemizi gördüğümüzde dünyamız kararırdı. Küçük ellerimizle onu tutmaya çalışır, ne yapacağımızı bilemeyecek kadar çaresiz kalırdık. O anlar, bir çocuğun ruhunda yıllar sonra bile yankısını kaybetmeyen bir çığlığa dönüşürdü. Her nöbet, “Annemizi kaybediyoruz” korkusunun sessiz provası gibiydi. O anlarda zaman dururdu; kalbimiz hızlanır, nefesimiz daralır, evin duvarları üzerine çökerdi sanki. Sonra annem yavaşça kendine gelir, gözlerini açar, bizi görünce yarı bilinçle, tedirgin bir edayla, “Bana ne oldu?” derdi. Ama aslında biz biliriz: Geçen şey epilepsi nöbetiydi, ama yüreğimizde bıraktığı iz hiç geçmezdi.Yine de annemizin gücü, o anları bile bir imtihanın parçası olarak görmesine engel olmuyordu. Her nöbetten sonra toparlanıp işine gücüne döner, dualarına devam eder, hayatı olağan akışıyla sürdürürdü. Bizse onun bu direncine hayran kalırdık; çünkü o, çilenin içinden sabır üreten bir kadındı. Onu en çok zorlayan hastalık değil, ailesine yük olma düşüncesiydi. Biz büyüdükçe anladık ki, aslında o bize asla yük olmadı. Aksine, o çile dolu yaşamıyla bize hayatı, sabrı ve Rabbine bağlılığı öğreten bir öğretmendi.

    Annelik, onun hayatındaki en büyük imtihan ve aynı zamanda en büyük armağandı. Sekiz çocuk… Sekiz ayrı ihtiyaç, sekiz ayrı duygu, sekiz ayrı gelecek. Ve tüm bu yoğunluğun arasında sekiz evlat büyüttü. Sekiz cana hem anne, hem öğretmen, hem sığınak oldu. Her biri için ayrı ayrı yoruldu, ayrı ayrı endişelendi, ayrı ayrı dua etti. Yeri geldi aç yattı ama evlatlarını aç yatırmamaya çok gayret etti. Yeri geldi hastalığında bile onların derdine koştu. Kendi dünyasını çocuklarının gölgesine gizlemişti; onların mutluluğu onun mutluluğuydu. Bugün bir anne fedakârlığı denince aklıma ilk onun yüzü gelir; çünkü o, evlatlarına sadece yemek pişiren bir anne değil, gerektiğinde baba gibi duran, öğretmen gibi yol gösteren, rehber gibi dua eden bir yürekti.

    Annemin hayatının son evresi, belki de en ağır sınavıydı. Ama belki de onun en büyük imtihanı, hayatının son on iki yılıydı. Tam on iki yıl boyunca felçli yaşadı. Bu dönem zarfında herkes, bizler, kardeşlerim üzerimize düşeni yapmaya çalıştık ama kız kardeşim Emine ve ailesinin fedakârlığı her türlü takdirin üstündedir. Buradan tekrar kendilerine çok teşekkür ederiz. Allah sa’ylerini meşkûr eylesin, razı olsun. Bu yıllar sadece fiziksel bir zorluk değil, insanın nefsini, sabrını, ruhunu imtihan eden bir süreçtir. Ama o, bu ağır yükü bile sükûnetle taşıdı. Yüzünü buruşturmaz, şikâyet etmez, her anı şükür ve hamdla doluydu. Bedeninin tutmadığı yerde kalbi çalışır, dili duaya dururdu. On iki yıl boyunca, sabrın ne olduğunu bize kelimelerle değil, yaşayarak öğretti. Bugün düşünüyorum da, belki de bu yüzden hayatı bu kadar çileyle örülüydü: Çünkü sabrı ibadetle yoğrulmuş bir kalp, dünyada asla karşılıksız bırakılmaz.

    Annem ibadetine düşkün bir insandı. Namazını hiç aksatmaz, vakit geldiğinde kendini toparlar, ne olursa olsun kıyamını, rükûsunu, secdesini Rabbine bir emanet gibi sunardı. Belki de bu yüzden çileleri bu kadar ağır olsa da yüzünde hep bir teslimiyetin sükûtu vardı. İnançla yoğrulmuş bir ömrü, namazın gölgesinde geçti, desek yanlış söylemiş olmayız. Zorlukların içinde onun huzur sığınağı hep secdeydi. Bir işi unuturdu, bir eşyayı unuturdu, ama vakit geldiğinde Rabbine yönelmeyi asla unutmazdı. Hayatındaki bütün çilelere rağmen annemin ruhunu ayakta tutan direkler namaz yanında Kur’ânokuma ve dua idi.

    Annem bize arkada zenginlikler değil, hatta hiçbir şey bırakmadı, çok daha kıymetli şeyler bıraktı. Emekle yoğrulmuş bir ömür, sabırla aydınlanmış bir kalp, dua ve ibadetle beslenmiş bir ruh…

    Anneciğimiz…

    Hayatımızın ilk sesi, ilk nefesi, ilk dokunuşuydu. Biz büyürken o da bizimle büyüdü; biz yürürken o da kaygılarıyla, dualarıyla yürüdü. Ama bazı anlar vardı ki, çocuk yüreğimizde derin izler bırakan, hâlâ hatırladıkça içimizi burkan anlar…

    Nöbetler, hastalıklar, çileler seni yordu ama asla yıkamadı. Sen sabırla büyüdün, sabırla yaşadın, sabırla yürüdün. Biz senden emeği, tevekkülü, merhameti öğrendik. Senin yüklerini elimizden geldiğince taşımaya çalıştık ama senin bize bıraktığın manevi mirasın ağırlığı daha büyük: Güçlü olmak, şükretmek ve her şartta Allah’a yönelmek.

    Ve gün geldi…

    18 Mayıs 2025 sabahı…

    Annemiz, yılların yorgunluğunu arkasında bırakarak Rabbine yürüdü. O an, bir zamanlar nöbetlerde yaşadığımız o büyük korkunun, artık hakikate dönüştüğü andı. Ama bu kez kalbimizde acının yanında bir de teslimiyet vardı; çünkü onun uzun yıllar süren çilesinin artık dindiğini biliyorduk.

    Annemiz…

    Sana veda ederken şunu biliyoruz: Senin hayatın kitaplara sığmayacak kadar derin, dualara sığmayacak kadar bereketliydi. Bizim için bir ömür adadın; biz de ömrümüz boyunca senin adını rahmetle, şükranla ve özlemle anacağız.

    Allah mekânını cennet eylesin. Çektiğin çileleri, sabrı, secdelerini ve gözyaşlarını rahmetinin vesilesi kılsın. Rabbim, seni rahmetiyle kuşatsın. Çileni, sabrını, emeklerini cennetle mükâfatlandırsın. Bize de seninbıraktığı izleri hakkıyla taşımayı nasip etsin.Ruhu için el-Fâtiha…

    Yazarın Diğer Yazıları
    Yorumlar
    × YASAL UYARI ! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen kişiye aittir.

    1. Neslihan ŞEREF dedi ki:

      Allah rahmet eylesin kıymetli annenize hocam