Şubat tatili gelince çocukluğum aklıma gelir. İlkokul yıllarım. Karne tatili. Köyde tatil, çok anlamlı gelmezdi. Sıkıntı da değildi hani. Biz köy çocukları için karne tatili demek, mahallede ki camiye başlamak demekti. Bizim karnemiz şimdiki çocukların karnesi gibi hep pekiyi ile dolu değildi. Pekiyi, İyi,orta, zayıf , çok zayıf…Her çeşit not verilirdi bize. İyi karnenin ödülü de , kötü karnenin cezası da tatilin birinci günü camiye başlamaktı. Karnemize bakan babamızın iyi, kötü yada buruk ilk tepkisinden sonra söylediği söz hep aynı olurdu. “haydi bakalum yarun sabahtan doğri cameye.”
Cami dediğim her mahallede var olan ahşaptan yapılmış, 20, bilemedin 30 metre karelik çatısı kiremitli küçük binaydı. Camiye başlamak, kur’an öğrenmek için; Mahalledeki o küçük mescide (büyüklerimiz -nedense? ve ısrarla – mescid derlerdi.) gitmek ve Arapça alfabeden başlayıp, islamiyetin temel bilgilerini, duaları ve namaz surelerini okumak, ve de öğrenmek demekti..
Mescid; geniş bir salondan ibaretti sadece. Ayakkabılarımızı dışardaki küçük hayatta (balkon) çıkartır, salona ayakkabısız girer , salonun dört tarafına konulmuş arkalıksız oturaklardan birine otururduk. Salonun orta yerinde küçük bir peke (peyke), vardı ki orası Hocanın oturma yeriydi. Hocanın üzerine oturduğu koyun postu tekti ve hocaya aitti. Önünde bir rehle(rahle) yanında salonun her tarafına uzanan ince bir fındık çubuğu olurdu. Hocamız ; Bu çubukla bir bakıma disiplini sağlar yaramazlık yapanları ufak fiskelerle uyarır veya cezalandırırdı. Laf aramızda bizim kuşaktan herkesin bu çubukla ilgili trajik veya komik anıları mutlaka vardır.
Okumak için cameye gelen her çocuk, elinde “Musubara dediğimiz Elif-Ba kitapçığı ve ya (çok azı) boynuna asılı örgü çantanın içinde Mushaf taşırdı.
Birde yakmak için odun götürmek zoruluydu. Hepimiz evden getirdiğimiz bir adet yarmace (balta ile yarılarak yapılan bir, bir buçuk metre boyunda ki iyi odun demek) odunu camiye girince hocaya gösterir. salonun köşesindeki harmana koyar ve yerimize öyle otururduk. Hoca ince dal odunları beğenmezdi. getirenlere biraz sert, yada sitemli sözlerle çıkışır, iyi odun getirilmesi konusunda, uyarılarıyla israrcı olurdu.
Hoca köyden biri olurdu. Hafızlık yapmış olanlar birinci tercihti. Hoca İki, üç bilemedin dört ay için tutulur, Parasını köy sakinleri öderdi ki bu para çok cüzi bir miktardı.
Camiye okumaya gittiğimiz günler, karne tatillerinde, her gün , diğer zamanlarda (kışın üç-dört ay kadar) ise Cumartesi-Pazar günleri olurdu.
Camide ;duaları ve namaz surelerini yüksek sesle hep birlikte omuz omuza vererek ve de sallanarak okumak hepimizi heyecanlandırırdı. Yorulana kadar sallana sallana , bağıra bağıra okurduk. Dua ve sureleri tam olarak bilen büyük çocuklar okurken , küçükler dinleyerek, zaman zaman de kavradıkları bölümlere katılarak okurlar ve öğrenirlerdi.
Bizde öyle öğrendik. Elif’ten, yani alfabeden başladık. Önce harfleri ezberledik. Sonra harflerin noktalarını.Daha sonra üstün ,esre , ötrü , şedde, cözüm gibi dil bilgisi işaretlerini ve harfleri birleştirip hece yapmayı, sonra heceleri bütünleştirip kelime okumayı en sonunda arapça kuran dilini okumayı öğrendik. Okumayı söktükten sonra Ebced ve Süphanekeyi ve de sırasıyle diğer namaz dualarını okumaya başladık. Her gün öğlen ve akşam çıkıştan önce hocanın önüne geldik, kitaptan dersimizi açtık, eksiksiz ve yanlışsız okumaya çalıştık. Yanlışımız çıkmadıysa, hocadan aferin aldık o dersi geçtik, yeni bölüme çalışmaya başladık. Anlayacağınız her gün iki kez sözlü sınava girdik, kalmanın stresini ya da geçmenin sevincini yaşadık.
Odun kesme, sobayı yakma işleri yaşca büyük ve güçlü erkek çocuklarının, temizliği yapma işi de büyük kızların göreviydi. (Bu görevleri, çocukluk günlerimizde hepimiz, nöbetleşe ve gocunmadan yaptık.)
Bir de “talimlar” dersi (uygulama için gerekli bilgilerin anlatıldığı ders) vardı. Her kaşam çıkmadan önce okuma bırakılır son derse geçilirdi. Son derste bilinmesi gerekli bilgiler hocanın gözetiminde ama bir öğrencinin idaresinde, soru-yanıt şeklinde tekrarlanarak yapılırdı.
Üç uslun (gusul) ,dört abdestin, beş islamın, altı imanın, on iki namazın şartları ….diye giden talimları anımsadınız değil mi? Bu başlıklar suru şeklinde sırayla bize sorulurdu ve biz cevaplarını verirdik. Çok geçmeden bu bilgileri bir daha unutmamak üzere öğrenmiş olmuşduk.
Perşembe günleri akşam üstü yapılan “amin töreni” ni de yazmalıyım. Cuma günleri tatildi. O nedenle her perşembe günü çıkışta dua yapılırdı. İkindi ezanı öncesi caminin önüne çıkılır, balkonda duran hoca, Duayı yüksek sesle okur her cümlenin sonunda elindeki çubuğu caminin ahşap duvarına vurur, biz ellerimizi açarak hep bir ağızdan amiiin diye bağırırdık.
Hocanın duasında kin yoktu, beddua olmazdı. Siyasi hiç bir mesaja rastlanmazdı. İyiyi, güzeli , sevgiyi, doğruyu anlatan cümlelerle dolu bir duaya katılmak, her cümleye amin demek hepimizi çok mutlu ederdi.
Ayrıca camiye (mescide) gitmek yasak değildi. Mecburiyet te yoktu. Yoklama yapılmaz devam devamsızlık takip edilmezdi. Bir takım kurallar ve yasaklar dayatılmazdı. Okulu reddedenden, karalayan söylemler duyulmazdı. Camide okumak, kur’an ve duaları öğrenmek gizli saklı yapılan bir işte değildi.
O günler, güzel günlerdi. Hep severek gittik ,isteyerek okuduk. Ve bizi hayata hazırlayan, kültürümüzü geliştiren dini bilgilerin bir bölümünü orada öğrendik.
NACİ ALTUNCU
ELİNE SAĞLIK, DEĞERLİ HOCAM. ESKİLERE GÖTÜRÜYORSUN BİZLERİ.