Otuz yaş altında olanlar çok bilmez “sahatçi” ne demektir, ne iş yapar. Sahatçilik bir meslek midir, nedir, ne değildir?
Ama eski kuşaklar 50, 60, 70, 80’li yılları yaşayanlar çok iyi bilirler. Sahatçi yerel bir deyiştir. Saat tamiri yapan ustalara verilen bir zanaat unvanıdır. Saatçi, saat tamiri yapan kişi olmakla birlikte; saat alır ve satardı da.
O yıllarda SAAT; herkes için olmazsa olmaz, mutlaka sahip olunmak istenen ve herkesin kolunda, cebinde ve de evinde bulundurduğu değerli bir eşya idi. Bu bölgede yaşayan herkes için saat daha çok önemliydi. Çünkü yılın yaklaşık 250 günü hava kapalı olduğu bir gerçek, güneşe bakıp günün neresinde olduğunu anlamak zordu. Camilerin çok azında minare vardı ve Çaykara merkezde bile cami minaresinde hoparlör yoktu. Dağınık yerleşimin olduğu bu bölgede okunan ezanları duymak sıkıntılı olduğu için en değerli eşya vakti gösteren saatti.
Eski kuşakların ilk bildiği, kullandığı saatler kurmalı, yani zemberekli saatlerdi. Bu nedenle tüm saatlerin bir kurma kolu vardı. Kurma kolu, hem zembereği sonuna kadar sarar hem de saatin ayar edilmesini sağlardı. Sarılan zembereğin saati çalıştırma süresi 24 saat olduğu için her gün saat kurulumu yapılırdı. Eski yıllarda vakit çizelgesi farklı olan iki çeşit saat çizelgesi kullanılırdı. Seksenli yıllara kadar, alaturka ve alafranga zaman çizelgelerinin ikisi de kullanılırdı. Çoğunlukla yaşlılar alaturkayı, gençler ve özellikle eğitimliler alafranga çizelgeyi tercih ederlerdi. Alafranga (modern) saatin kullanılması 1926 yılında resmileşmiş olsa da, kullanımının yaygınlaşması yaklaşık 50 yıllık bir zamanda gerçekleşmiştir. İki saat sistemi arasındaki farkı kısaca açıklayıp geçeyim.
Alaturka saat günün bitimini 12.00 (akşam ezanı) olarak baz alırken, alafranga saat 24.00’ı gönün bitiş saati kabul eden çizelgedir.
Kullanış yerlerine ve amaçlarına göre saatler; kol saati, cep saati, masa saati, duvar saati, sarkaçlı duvar saati ve guguklu duvar saati idi. Özellikle kol saatini insanlar hem zamanı takip etmek hem de takı olarak kullanıp caka satmak için kullanırlardı.
Gelelim eski zamanların meşhur saat markalarına. Eminim yaşı yetenlerin ilk akıllarına gelen marka “Nacar” olmuştur. “Sıfır Nacar”da denirdi. Sonra Hislon, Omega, Arlon, Roleks, Zenith….
Saat teknolojisinin gelişmesiyle, kendi kendine kurulum yapabilen; Seiko ,Citizen,Winner gibi markalar üretilmeye başlandı.
Cep saatini çoğunlukla orta yaş üstü olan erkekler kullanırdı. Cep saatinde köstek, olmazsa olmazdı. Kapaklısı (özellikle gümüş kapaklı), kapaksızı vardı ama hepsi de çoğunlukla yelek cebinde bir zincirle yeleğin en üst iliğine bağlı ve küçük bir mendile sarılı olarak taşınırdı. En değerli cep saatleri, Serkisof, Zenith, Winner gibi markaların saatleriydi. Ama bunlardan da daha değerli olan arka kapağında lokomotif kabartması olan ve DDY (Devlet Demir Yolları) yazan cep saatleriydı.
Saat bu kadar değerli ve insan yaşamında vazgeçilmez olunca bunun ticareti, tamiri, bakımı ve onarımı da gelişti. Saatçi esnafı yetişti. Saatçi olmanın okulu ya da kursu yoktu. Çırak-kalfa-usta aşamalarını geçerek yetişmek de söz konusu değildi. Ama daha çok aynı akrabadan gelenler saatçi olurdu sanki. Belki de benim tanıdığım saatçılar öyleydi. Saat tamiri için standart bir ücret belirlenmiş değildi. Aynı işi yapan ustalar farklı ücret alabilirlerdi. Her şeyi ustanın insafına bırakılmış bir işti saat tamiri-bakımı. Bu nedenle adı amiyene tabirle “kazıkçı”ya çıkanlar vardı.
Saat tamire götürüldüğünde hemen bakmazdı usta. Saati alır, nesi var diye sorar, bir kağıt parçasına verenin adını yazar, önündeki çekmeceyi çeker saati içine atardı. Sorarsan; “Haftaya gel al” der, sormazsan zaman da vermezdi. Böyle davranmak, işin raconu muydu halâ merak ederim.
Hafta gelir, saati almaya gidersin çoğunlukla henüz yapılmamıştır, hatta hiç bakılamamıştır.
– Parçası değişecek, parçası bi gelsin bakalım..ve ya “Yaptım ama ayar tutuyor mu diye bakıyorum” yanıtını almak son derece olağandı.
Bazen saatler karışır, bazen de verilen saat kaybolur bir türlü bulunamazdı. Ama yine de saatçi güvenilir insandı. Böyle olunca saatçi ile müşteri arasında büyük sorunlar yaşanmazdı. Anlaşmazlıklar eninde sonunda tatlıya bağlanırdı. Neyse… iki anekdotla yazıyı bitireyim.
Bir arkadaşımın anlatmıştı.
“Saatçiye bir masa saati verdim. Ayarı bozuktu, sürekli ileri gidiyordu, ayarlanacaktı. İki-üç hafta gittim geldim ayarı bir türlü yapılamamıştı. Her defasında ayar tutmuyor daha bakmam lazım cevabını alıyordum. Sonunda olsun olmasın saati alacağım kararlılığı ile gittiğimde saatçi tamam bu sefer ayar-mayar tam, şimdi al dedi. Önüme bir saat koydu. Bu saat benimki değil dedim, senin yahu dedi. Benim saatim yuvarlak çerçeveliydi, bunun çerçevesi köşeli dedim , senin saatin bu dedi. Usta benim saat yeşil renkli kaplamaydı, bunun rengi kahverengi dedim, bana getirdiğin saat bu dedi. Yahu usta benim saatin markası diyecek oldum , kardaşum markasi-murkasi bilmem saatin bu borcun da şu kadar dedi saati elime tutuşturdu. Çaresiz aldım”.
Bir başka hemşehrimiz köyde saati bozulunca saat işlerinden çat pat anlayan becerikli komşusuna götürmüş.
Komşu saati almış, akşam bir bakayım, yarın gelir alırsın demiş.
Adam ertesi gün gitmiş saati almış.
Saati yapana adam: Saat tamam takir takir çalişiyur, hemide habular artti deyip yerine takamadığı vidaları adamın avucuna koymuş…
Bu iki anekdot özeti verdi sanırım.
Sahatçiluk böyle bir meslekti
Eskilerden yazamaya devam edebilmek ümidiyle.
NACİ ALTUNCU